25 Ekim 2011

tambien la lluvia




film pek çok konuya değinerek bol çeşitli bir yemek sunuyor izleyiciye. ama bu herşeyin birbirine girdii bir türlü değil. her şeyin dozunun ince şekilde ayarlandığı gösterişsiz ama lezzetli bir yemek gibi.

öncelikle film endüstrisi ve kapitalizm (yabancı şirketler ve yönetimler) eleştiriliyor. insanların suyunun satılması elinden alınmasına değiniliyor. hatta yağmurlarını bile alışları.

sonra amerikanın keşfindeki vahşet çekilen film olması dolayısıyla bizlere anlatılıyor. burada güzel olan ise pek çok sahnede o filmi izlememiz. dışardan izlediğimiz kadar o çekilen filmi de görebilmemiz.

filmin başındaki yapımcı ile yönetmenin farklı tutumlarının filmin sonunda tersine dönmesi çok manidar. dakiklar geçtikçe açılıp kendini buluyor film ve amacına yavaş yavaş ulaşıyor.


edit: filmi ken loach çekse şaşırmazdım sanırım. paul liverty varlığını gerçekten hissettiriyor.

23 Ekim 2011

Transformers 3

Çizgi film hatrına ne kadar katlanılır bilmiyorum


Önceki filmlerden uzun. Öncekilerden daha fazla insancıl. Daha belirgin ve dayanılır dövüş (savaş) sahneleri. Üstelik Otobotların tarihine az da olsa değinişi hoş. Ama bence çizgi film hatrına çektiğimiz çile yeter. Transformers rafa kaldırılmıştır. Bir daha izlenmesine gerek yok. Biraz sert gibi oldu yazı. Zaten izlemeye niyetim yoktu ama yoklukta bunu izledim. Bu bile izlenmez. Saygılar sevgiler.
Ayın karanlık yüzünün filme hiç yansımamış olması ise iyice enteresan.


17 Ekim 2011

Avatar : Son Hava Bükücü

Çizgi serisini izliyordum ve çok seviyordum.



ama film beklenitleri kesinlikle karşılamıyor. ne eğlenceli oluyor ne hareketli. Özellikle o sempatiklik filmde iyice yok olmuş durumda. Serinin ilk filmi olduğunu ve devamının geleceğini ancak film bitince üzülerek fark ettim. Çocuğunuz yoksa tavsiye edilmez. Zaten bu film hakkında bu kadar geriden yazınca izlemeyenlerin izleyeceğini de sanmam.

Saygılar.

13 Ekim 2011

Drive

Bugün doğumgünüm. Film izleyemezsem kahrolurum ama planlarım var. Bakalım. Ben yazamıyorum madem hazır yazılmış bir yazıyı paylaşayım sizle. Yıldıray'ın Drive hakkındaki yazısı. Dört gözle izlemeyi bekliyorum.





Drive:  Gerçek Bir Kahraman


80’ler ne kadar kötüydü diye söylenip dururken Nicolas Refn gibi adamlar gelir önünüze tokat gibi bir iş koyar ve afallarsınız. Danimarkalı yönetmen kökenlerinden gelen soğukluğu 80’lerin pastel ikonası üzerine o kadar güzel bir şekilde işlemiş ki görsel, işitsel ve duygusal olarak uzun ve güzel bir klip izliyor gibi hissediyorsunuz.
Kahramanımız yani sürücümüz tam anlamıyla varoluşçu bir kimlikle karşımıza çıkıyor. 60’lı yılların Eastwood’u, Delon’u. 70’lerin McQueen’ine benzer bir şekilde geçmişi ve hikayesi gizli; derisinin altında belirsiz ama güçlü bir duygu taşıyan tamamen varoluşsal bir karakter. Ryan Gosling oyunculuğunun minimalist sınırlarından nadide parçalar sergiliyor rolünde.  B Side ve Noir filmleri arasına sıkışmış, duygularını ve hayatını da beraberinde sıkıştırmış sürücümüz aksiyon-macera filmleri için çokça biçilmiş kaftanına başka türlü giriyor. Geceleri soyguncu, gündüzlerin yarısında tamirci diğer kısmında filmlerin araba sahnelerinde profesyonel dublör olarak çalışan “driver” fazla konuşmadan işini halleden bir adam. Üzerinden çıkarmadığı akrep işlemeli ceketi ve donuk yüz ifadesi ile başka türlü bir le samourai.
Açılış sahnesi filmin bütününde oluşturacağı duygusal baraj için çok iyi bir örnek aslında. Yapılan soygunun başlangıcından staples center’da sonlanana kadar geçen sürede hız ve heyecan kullanılabilecek çokça alan mevcut. Oysa Refn sakin, ağır ve gerçekçi bir yol seçiyor kendisine. Sesi (ki günümüzde teknik anlamda usta yönetmenliğin fark detayı olarak görülmeye başlandı) harikulade kullanarak Cannes’da aldığı en iyi yönetmen ödülünün sebebini daha en baştan belli ediyor.
Ortalama bir izleyici için Transporter hikayesinin sıkıcı hali olarak görülebilir olduğunu kabul ediyorum. Fakat sinemayı zaman geçirmekten fazlası olarak görenlere soluk alacak derecede güçlü bir sinematografiye sahip. Işığın ve müziğin kullanımı, hiç kimsenin acelesi yokmuşçasına ağır hareket ettiği film, alt metninde günümüzün süratine, tüketimine, hafızasına ağır ağır sallıyor gibime geldi.
Gosling zaten tartışılmayacak yeteneğini karakter üzerinde yeterince sergiliyor. Kötü adamımız Ron Perlman ve 80’lere yakışan Albert Brooks kartonet karakterlerini hakkıyla çiziyor ve boyuyor. Carey Mulligan saflığı yansıtırken sade ve güzel görünüyor.
Drive birçok açıdan özellikle gelişme ve sonuç açısından 80’ler estetiği taşıyor. Öte yandan sinematografisi, zorlayıcılığı ve hikayenin psikolojik çatısına bakıldığında zamansız bir film demek daha doğru.
College feat. Electric Youth - A Real Hero filmin soundtrackinde yapbozun en gerekli parçasıymış gibi sırıtıyor. Gerçek bir kahraman. 80’lerden gelen, Camus dokunuşuna sahip varoluşsal bir kahraman. Bir gün uyanıp annesinin öldüğünü öğrenen ama hissettiği hiçbir duyguyu belli etmeyen bir karakter gibi. Yalnızca yapan. Bildiği en iyi şeyi yapan bir kahraman. Güzel bir film kahramanı.

Bu film aksiyon severler için yem gibi hazırlanmış olsa da gerçek bir sinemasever filmi. İzlenmeyi, üzerine yazılmayı hak ediyor.  Drive açılış fontlarından, müziğine, zaman algısına, geçtiği şehre kadar etiketler içinde gibi görünüyor olabilir. Buna aldanmamak lazım. Karşımızda gerçekten yönetmenlikten oyunculuğa kadar gerçek bir film var.

05 Ekim 2011

The Invention of Lying



Daha önce bu sayfada bu filmle ilgili görüşlerimi yazmıştım.
Tesadüfe bakın ki geçen hafta komutan "yalan" ve "etkilerini"  göstermek amaçlı cezalandırarak bize bu filmi tekrar izletti. Kendinden emin şekilde hiçbirinizin bilmediği bir film izletecem diye de ekledi.

Film için yeni bir şey demeyeceğim.  Din eleştirisi yapıldığını anlamayan 300 kişiyle izledim ama önemli değil. Yine de salonda olmak (ki gayet yüksek standartlı bir salondu) film izlemek çok güzel. Film kadar aradaki müzikler de etkiledi. Gerçekten doya doya müzik dinlemeyi özledim filmlerden çok.

Neyse atarsa 100   :))

  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP