29 Temmuz 2010

Geceye Övgü


Gece, düzen güçleri uykudadır. Bürokrasi, askeriye, okullar, polis, kısacası yaşamımız düzenleyen tüm güçler uykudadır; sokakta devriye gezen nöbetçi polis dışında. Askerler de hepimizden önce yatağa girerler. Dünyanın bu en baskıcı kurumunun mensupları, en erken yatanlardır aynı zamanda. Aslında tüm totaliter kurumlarda, daha doğrusu tüm kurumlarda - tüm kurumlar totaliter değil midir zaten? - insan her zaman erken yatmak zorundadır-yatılı okullarda, manastırlarda, ailede, cezaevlerinde, hastahanelerde... Kişinin istediği saatte yatma hakkını destekleyen, bu özgürlüğe onay veren hiçbir kurum tanımıyorum. Aşk(?) üzerine kurulu olan ve iki kişinin özgür iradesiyle gerçekleşen evlilik kurumunda bile, çiftler yatağa aynı saatte girmezlerse, bir daha geç yatar, geceyi daha fazla yaşarsa, sorunlar çıkmakta geçikmez. Kurum her zaman "geç" yatanı suçlar, erken yatanı değil. Avrupa feodal toplumunda tüm kent sakinleri mumlarını aynı saatte söndürmek zorundaydılar; bayramlar dışında. Düzen ve baskı güçlerinin doğal yapısı, her zaman belirli bir uyku saatini zorunlu kılar. Bu belirli saatin erken bir saat olması da yine onların doğal yapısından kaynaklanır.




Tarih boyunca bize, tüm kültürlerde, karanlığın kötü güçlerle ilişkili olduğu öğretildi. Gece insanlarından, geceyi yaşayan, gecede yaşayan insanlardan korkmamız gerektiği anlatıldı. Oysa gündüz ve gece kişileri aslında aynı kişiler. Gün ışığı içimizdeki teslimiyetçiliği ortaya çıkarır, ama geceleri kendimizi özgür hissederiz. Düzen güçleri bizi, geceden, özgürlükten kaçınmaya koşullandırmışlardır.


Kurumlar ister din, ister aile, ister devlet kurumları olsun, gece insanlarına korkuyla bakarlar. Karanlıkla birlikte uyrukların denetlenmesi zorlaşır. Gece insanlarına her zaman kuşkuyla bakılır. O saatlerde ayakta olan hiç kimse hayırlı bir iş peşinde olamaz. Gündüzleri egemenliğini sürdüren kurulu düzen güçleri, varlıklarını ve baskılarını gece düşmanları bahanesiyle haklı çıkarırlar; belirsiz, soyut kavramlarla öcüymüş gibi söz edilen bu düşmanları biz hiç görmesek de.
Yöneticiler de bize hep gündüz gözüyle gösterilirler, hep gündüzlerin bir parçası olarak görünürler bize. Bir başkan, bir papaz yada bir general, doğanın güzelliği içinde, arkasında parlayan bir güneşle canlandırılabilir, ama gecenin karanlık fonu önünde asla.


Gündüz, ilerleme gibi görünen tekdüze bir süreçtir. Sabahın parlak ışıkları akşam karanlığına dönüşürken, bize bir gelişme olduğu hissini verir- belli bir yönde ilerliyormuşuz gibi bir duygu. Zamanın yapay göreceliği üzerine nadiren durup düşünürüz. Her Allahın günü, aydınlığın karanlığa doğru akışı bizi önüne katıp koşturur. Ama gün boyunca, ister sabah on, ister öğlen üç olsun, hepimiz, gündelik düzenin, düzen güçlerinin köleleriyiz. Bizi ayakta tutan, zamanın geçmesi ve gecenin sunduğu kurtuluş umududur. Çünkü, sonunda gece olacağını ve - gündüzle kıyaslarsak - dilediğimiz gibi davranma fırsatınıa kavuşacağımızı biliriz.


Kitaplar gece okunur. Sinema, tiyatro ve müzik gösterileri gece olur. Gece sarhoş oluruz, gece kumar oynarız.
Her şeyden arınmış çıplak vücut geceye aittir. Vücutlar gece birbirine değer, bir araya gelir. Gün boyunca üniversitelerde bilimsel inceleme konusu olarak ele alınan, akşam üzeri dost toplantılarında sohbet konusu edilen şeyler, sonunda gecenin karanlığı içinde, gizlice yaşanır. Çıplaklık geceye özgüdür, gündüze değil. - Bunun tersi, yani var olmanın doğal gereği, yani güneşin altında çıplaklık, ancak baskının sona ermesiyle gerçekleşebilir.


-Geceleri aşık olur, birbirimize aşkımızı geceleri ilan ederiz. Gündüzler bizi mantığımızı kullanmaya, kendi hapishanemize kapanmaya zorlar. Gün boyunca baskı güçleri, aşkın özgürlüğüne karşı savaşır. Ama geceler bizi yeniden aşık eder, bize " seni seviyorum" dedirtir. Gündüzleri söylenen "seni seviyorum"lar geceye gönderme yapar.

İş günü süresince tutsak olduğumuz gerçeğini o kadar kabullenmişizdir ki, onun dışındaki saatlerden "serbest zamanımız" diye söz ederiz. Serbest saatlerin tam tersi, hemen hepimizin işte olduğu gündüzlerdir.


Savaşlar genellikle şafak sökerken başlar. Devlet gün boyunca öldürür, infazları gerçekleştirir. Gün boyunca hayatta kalmaya, geceleri ise yaşamaya çalışırız. Gün boyunca elektrik faturalarımızı öder, arabamızı tamire götürür, alışverişe çıkar, doktora görünür, ya sevmediğimiz bir işe gider ya da gereksindiğimiz, ama sevmediğimiz bir iş ararız.


Gün boyunca tüm görevlerimizde düzene tabi tutuluruz. Tuvalete gitmenin bile kesin sınırlamaları ve kuralları vardır. İşyerinde, okulda, askerde... insan istediği sıklıkta tuvalete gidemez ve orada istediği kadar kalamaz. Tuvalete istediğimiz zaman gidemediğimiz gibi, kaç kez uvalete gittiğimizin ve orada ne kadar kaldığımızın bile hesabı tutulabilir. Ayrıca insan, kurumun öngördüğü zamanlar dışında tuvalete gitmek isterse, bunun için izin alması gerekir. Gün boyunca istediğimiz gibi tuvalete gitme özgürlüğüne bile sahip değiliz, çünkü gündüzler bize ait değil.


Gün boyunca insanların birbiriyle gireceği ilişkiler düzene sokulmuştur. Okullarda gençler, sırf aynı yaşta oldukları için yıllar yılı aynı kişilerle aynı sınıflarda oturmak zorundadırlar. Sekiz yaşındakiler altı numaralı sınıfa, on yaşındakiler onbeş numaralı sınıfa..vb. O sınıflarda bile değişmez bir oturma düzeni sağlanmıştır. Ancak okul günü bitip akşam olduğunda, insan, dilediği kişiyle birlikte olma şansına sahip olur. Askerseniz günün büyük bölümünü sizinle yaklaşık aynı boyda olanlarla geçirmek zorundasınız demektir. 1.65 boyundaki bir kişinin, 1.95 boyundaki arkadaşıyla bir araya gelmesi, ancak akşamları ve geceleri mümkün olabilir...


Sosyal sınıfların katı kuralları ancak gece bozulur. İşçiler burjuvaların sokaklarında dolanırlar. Burjuvalar, işçi mahallelerindeki lokantalara giderler, fahişeler, papazlar, öğrenciler, askerler, ev kadınları, doktorlar ve yabancılar, hepsi aynı sokakta gezinirler, bakınırlar, birbirleriyle konuşurlar, hatta belki de sonunda sevişirler.


Geceleri dünya, birbiriyle haşır neşir olmuş, özgür, meraklı insanların ruhuyla canlanır. Gündüzleri kaçındığımız şeyler, gece çekicilik kazanır. Gündüzlerin "rasyonel" insanı, "zevk-ü sefa peşinde koşan" insanla yer değiştirir geceleri.


Ezme eyleminin kendi özgürlüklerini de kısıtlamasına rağmen, ezenler bile geceleri daha fazla özgürlüğe sahiptirler. Kurulu düzenin yöneticilieri, generaller ve krallar, şirket ve ülke başkanları, "şöhret ve servet" sahipleri de geceyi yaşarlar. Totaliter kurumlar uykudayken, uykuya yatırılmışken, onlarda yaşama özgürlüğüne kavuşurlar. Çocuklarını yatağa yatıran anne-babalar gibi, onlar da artık, her türlü seromoni ve sansürden arınmış olarak, maskesiz yüzlerini gösterme özgürlüğüne sahiptirler.

Gece vakti, gunduzn telasindan, hayhuyundan eser kalmaz. Az cok huzura kavusmusuzdur. Soyle bi on saat kadar, bizden istenen, beklenen bir sey olmayacaktir. Yiyecegimizi secmekle veya yaratmakla ise baslariz. Gunduzleri yiyip ictiklerimiz, cogumuz icin kurumsallastirilmistir. Halbuki geceleri, hem ne yiyecegimiz konusunda daha cok secenegimiz vardir hem de onu diledigimiz gibi hazirlamakta ozguruzdur. Ayrica yemegimizi de alalaceye yemek zorunda da degilizdir. Fast food dedikleri sey, gunduze egemen olan baskici guclere aittir. Gunduzlerin fast food yiyicileri olan bizler, bizi yoneten megamekanizmanin parcalariyiz. Oysa geceleri, kendi besinimizin hazirlayicilari olarak, zaman ve mekani gonlumuzce duzenleriz.


Gün ışığı bir tuzaktır. Işık bizi kör eder. Ama geceleri, gözlerimiz fal taşı gibi açılır. Geceleri, tüm öteki duyularımız da daha duyarlıdır, çünkü düzen güçleri o saatlerde makinelerini kapatmış olurlar. Gece olunca sessizliği dinler, karanlığa nüfuz eder, hem bedenlerimizin hem de hayal gücümüzün dizginlerini koyveririz.


Gün boyunca duyularımız tutsak etmeye çalışan sayısız mesajın tüketicisi olmaktan çıkarız geceleri. Baskıcı megamekanizmanın aralıksız vızıltısı durmuştur şimdi. Enerjinin kaynağı artık içimizdedir. Gece, insan zihninin çalışması için bir zemin oluşturur. Gün boyunca dikkatimizi, ışığın, renklerin, devinimin hizmetine sunarız. Neye dikkat edeceğimizi belirleyen, düzen güçleridir. Yeşil ve kırmızı ışıklar, karşıdan karşıya nasıl geçeceğimizi bile düzene koyar. Gündüzleri biz, yaşamın büyüsünün, kelebeğin karmaşık renk ve biçim dokusunun gözlemcileriyiz olsa olsa. Gün boyunca dikkatimizi gözlemin hizmetine sokarız. Gündüzleri uydusuyuzdur dışımızda olup bitenin.


Gündüz Vassaf
Cehenneme Övgü



Not: Bu kitabı okurken annem adından korkup bana bişey yaparlar diye dışını gazeteyle kaplamıştı. Edebiyat öğretmeniydi lan kadın.



not:http://gueneslipazartesiler.blogspot.com/2010/07/geceye-ovgu.html yazıya istinaden üstteki deneme hatırlanmış ve buraya konulmuştur.

28 Temmuz 2010

Carlos

theodore john kaczynski solculukla ilgili şöyle demişti manifestosunda: Çağdaş solculuğun temelinde yatan iki eğilime "aşağılık duygusu" ve "aşırı toplumsallaşma" adını veriyoruz. Aşağılık duygusu, çağdaş solculuğun bütününde görülen bir özellikse de, aşırı toplumsallaşma çağdaş solculuğun yalnızca belirli bir kesiminde görülen bir özelliktir; ancak bu kesim oldukça etkilidir.



Carlos bu tanım yazılmadan çok önce eylemlerde bulunmuş bir aktivistti. Peki peki. Teröristti. Yani çağdaş bir solcu değildi. Eyleme geçilmesi gerektiğini düşünenve aynı zamanda eyleme geçme cesaretine sahip olanlardandı. Türkiye örneklerini hepimiz hatırlıyoruz.

Neler yapmıştı Çakal Carlos da bu kadar ünlenmişti. Fransa'da 3 polisi öldürmek ve Viyana'dan OPEC bakanlarını kaçırmak en ön planda olanları. Ama Carlos'u ünlü yapan şeyler, hakındaki dedikodulardı biraz da sanırım. CIA bağlantısı (var mı), Kaddafiyle ilgili gizli sır nedir, hangi eylemleri direk yönetti gibi bir çok soru var gerçekten bilinmeyen. bu bilinmezlik ve yaptığı eylemlerin büyüklüğü onu ilk pop ikonu terörist yapıyor da denileiblir.


Ama neden yapıyor bunları? Kimdir Carlos?
Venezuella doğumlu. Lenin fanatiği bir babanın oğlu. Babanın hayatta inanadığı tek şey belki de bu. Annesiyle Londra'da büyüyor. Moskovada ekonomi eğitimi alıyor (sistemi beğenmeyip ayrılıyor) ve Fransada yaşıyor. Belli dönemlerde Ürdünde Yemende Filistin Kurtuluş Örgütünin kamplarında eğitim alıyor. Bunların sonrasında şehir değiştirir gibi ülke değiştirip her yere gidip örgütlenip eylemleri organize ediyor. Suriyede KGB ile görüşüyüor. Macaristanda polise ateş edip kılını kıpırdatmıyor. İslamı kabul edip, islami terör örgütleriyle birlikte hareket ediyor.

Yani gerçekten uluslararası bir kimliği var. Bir sürü dil biliyor. Farklı coğrafyların kattığı şeyleri asi bünyesinde zenginleştirip kendi kendini etkili bir islah haline getiriyor. Hala bir terörist bu arada. Hem de terörü meşrulaştırmaya çalışan biri. Ama ona terörist deyip, İslamın vahşi olduğunu söyleyenlere şöyle diyor : iran'daki idam cezalarının görüntüleri sürekli cnn'de gösteriliyor, ama hiç kimse oradaki idam sayısıyla abd'yi karşılaştırmıyor. Carlos büyük emperyalist devletlere karşı ezileni destekliyor. İslam'ın ise bu mücadelede birleştirici gücü olduğunu savurnuyor.



Şimdi böyle bir adamın filmini çekmek oldukça zor. Belgesel mi kurmaca mı yapılacağı ise büyük sorun. Olivier Assayas'ın Ilich Ramirez Sanchez'i anlatışı daha çok belgesel niteliğinde. Çekim tekniği kamera bu şekilde değilse de kurgusal ilerleyişi ve olaylara yaklaşımı bu şekilde.

Zor bir deneme. Başırılı demek daha doğru olacaktır. Ama düşününce gerçekten bir teröristin hayatını bu şekilde anlatmak kime göre iyi, kime göre kötü veya başarılıdır bilemiyorum. Belgesel niteliği taşımasına rağmen assayas son kareler hariç gerçek görüntü kullanmaması, kişilerin gerçek yüzlerini saklaması ve kamerasıyla gerçek üstü bir hikaye anlatıyor gibi durması, arada "lan bunların hepsi gerçek he mi?" dedirtiyor . Sanırım bunu yapmasındaki en önemli unsur Carlos'un hayatının ve yaptıklarının akla sığmayacak düzeyde olması. O gerçek bir sistem karşıtı. Aklımızın alamayacağı bir aşık. Dünyaca ünlü bir terörist, acımasız bir katil belki de. Davadan asla vazgeçmeyen bir deli.

Dünya insanlarının filistin kurtuluş örgütü ile sadece onların değil tüm dünyanın eşit hakları için mücadelesine tanık olmak için iyi. Ders niteliğinde izlenebilicek bir film. Aslında mini seri olarak geçiyor, film olarak değil. Zira 110 dakikalık 3 filmden oluşmakta. Prodüksiyon üst düzey. Yapım çok çok başarılı.

Carlos'u tarafsız anlatmaya çalışıyor zaaflarını ve yanlışlarını da gösteriyor. Kadınlarını anlatıyor. Belki biraz onların üzerine bile düşüyor. Ama yine de adama hayran kalmamak mümkün değil.

Bunu sevenler ayrıca bu filmde de bahsi geçen der baader meinhof komplexu da severler.
Yaşasın devrim!!!

9/10

Ilich Ramirez Sanchez : benim burada yapmaya çalıştığım şey ''terör'' olgusuna karşı sığ bakmanın önüne geçmeye çalışmaktı. amerika'daki yaşayan bir çok insanın buna bakışlarının çok da geniş olmadığını düşünüyorum, hak da veriyorum. ama gerçekten ciddi haksızlıklarda yapılıyor ve çoğu zaman insanların bunları durdurmaya gücü yetemeyebiliyor. o zaman seslerini başka yollardan duyurmak zorunda kalıyorlar. şiddet belki en son çaredir, belki her durumda kınanması gerekir ama şu açık ki her şeyden önce bir çaredir, bir yoldur. amaç şiddetten önce diğer seçenekleri bitirmektir, buna da tamam ama terör ve şiddetin de -belki haksız da olsa- bir nedeni olduğu unutulmamalı. kör bir hümanizmle değil daha akılcı düşünmeliyiz, hiç kimse masum insanların ölmesini istemez. terörist insanlar doğuştan öyle doğmamışlardır. onları öyle yapan şartların yahut düşünce biçiminin üzerine gidilmesi gerekir evvela. ve en önemlisi de... herkes aslında barış istiyor. inanın usame bin laden de barış istiyor, bush da barış istiyor, amerikan halkı da, çakal carlos da barış istiyor

3 sorum var.
1- Biz barış istiyor muyuz?
2- Biz böyle bir film çekebilir miyiz?
3- Siz izler misiniz? (terörist nasıl olsa. Neden bunları yaptığını görmeyi kaldıraiblir misiniz?)

27 Temmuz 2010

The Ghost Writer

demek ki biyografilerböyle yazılıyormuş.


neyse filmin derdi bu değil zaten. herkes bilir piyanistte bir sahne vardı. yahudi aile fertleri paralarını nereye koyalım diye tartışrıken erkek kardeş ortalığa gazetenin altına koyalım. gözü önünde oalcağına inanmayacakları için oraya bakmazlar diyordu. bu film de sanki öyle. farklı bir şekilde.

büyük stüdyolar amerikan devlet yapısını, pis cia bağlantılarını ortalığa çıkaran filmler çekerken farkındalık mı yaratmaya çalışıyorlar yoksa bizim bu tür olaylara bağışıklık kazanmamızı mı sağlıyorlar. yani ilaç firmalarını eleştiren the international, mission impossible ve costent gardener; mücevheri eleştiren blood diomand, amerika ve cia'yi eleştiren green zone ghost writer gibi filmler büyük yapımlar ve sayıları artıyor. izleniyorlar da. büyük ihtimalle gerçek olan pisliklere değiniyorlar. peki farkındalık yaratıyorlar mı? insanı bir karşı koyma, o tür firmalara karşı gelme dürtüsü uyandırıyorlar mı? Hayır kesinlikle yapmıyorlar. Bence biz böyle aksiyon tadında şeyler izledikçe (bourne serisi de örnek olaiblir) ve haklı adamların pisi pisine öldüklerini gördükçe ve ne olursa olsun sistemi değiştiremeyeceğimiz kafamıza vuruldukça bilinçaltımızda korkak sessiz bireyler oluyoruz. Birey olmak önemli ama sosyal varlık özelliğimizi kaybedersek birlikte hareket etmeyiz ve bir şey başaramayız.

Lang'in Blair benzerliği açıkça belli. Filmin hem amerika hem ingiltereye belli bir miktarda giydirişi de daha 5-10 yıl önceki olaylara dayanıyor. Gerçekleşmesi gerçek hayatta mümkün olmayan bir şekilde sonlanıyor tabi. Polanski tabi ki LAng'in Blair olduğunu reddediyor.

Bu yazının bu filmle direk alakası yok büyük ihtimalle. Ama suya sabuna dokunmadan CIA'in devlet yönettiği (ki bilinen birşey) arka planında verilen aksiyon, İskandinav görsel yönetimi, sonradan neredeyse aziz ilan edilen basiretsiz başbakan anlatılıyor. Sesini çıkaran ölüyor. Film gereksiz uzun süresine rağmen akıcı. Görüntü yönetimi iyi. Oyuncular kalburüstü. Polanskiye soğuğum.

Belki yazdıklarımın hepsi saçmalıktır. Belki de Roman Polanski kendini yakalamak için uğraşıp duran Amerikadan böyle intikam alıyordur. Eliniz her yerde, ben de bunu ifşa edecem diyordur. Sonuçsuz çabasını takdir ediyorum kendisinin.

7/10

Not: Yazarın hayatını izleyecem sanmıştım. Yani ona yoğunlaşacak. Ama öyle olmadı.
Not 2: Kadınlardan korkacaksın arkadaş.

25 Temmuz 2010

Anadolunun Kayıp Şarkıları

Nezih Ünen güzel bir şey yapmış.
Anadoluda unutulan belki de hiç bilinmeyen şarkıları gezerek keşfetmiş ve üstüne istanbulda bazı eklemel yaparak zenginleştirmiş. Sonra da insanlığa sunmuş.

Özel bir çalışma bu ve emek verilmiş. Kıymetli olması birz da bundan. Yıllara gezdikleri yerlerde yerel dillerde olan şarkılar da dahil olmk üzere çok çok güzel kayıtlar yapmışlar. Ve tam zamanında sıkmadan sonlndırmışlar. Tadı damaklarda kalıyor böylece.

Gidip orjinal katıdını edinin. Bu güzel adamların daha iyi işler yapmasını sağlayın.



21 Temmuz 2010

Entourage


Bu nasıl değişimdir.

Sıkışmasın diye dizinin 7.sezonunda karakterlerin hepsi bir değişime uğrayacak belli ki.

Ekstrem hiçbir şey yapmayan Vinnie bir sahneyi çektikten sonra çıldırdı.
Drama komedi oynayacak.
Turtle bir şeyler becerir gibi yapıp toslayacak.
E. O aynı mallıkla devam eder. O Sloan onda ne buluyor anlamadım.
Ari muhteşem çıkışın sınırlarında. Zorlanmaya başlayacak. Küçülecek belki de. İlk defa profesyonel davranmamanın acısını çekecek.

Sıkışınca baştan yarattılar adamları.
Ama biz Vinnie'nin film çekimlerini senaryo aramasını falan istiyoruz. Değişik hayatlar değil sinema dünyasının iç dünyasını görmek istiyoruz.

Yetkililere duyurulur.


Ip Man


Gerçekçi dövüş sahneleri etkileyici. Ip Man abiden alınacak ders de çok.

Hepsi bu. Japon düşmanlığı aşırı, filmin sonu gereksiz hızlı ki filmin genelei asıl konu yoksunu. Ama izle sıkılmadan. 3 beş yapamayacağın yumruk tekme hareketi dene vesilesiyle.

Sonra bitince bir dakikalığına ayağa kalk ve bu büyük usta için 1 dakikalık saygı duruşunda bulun.

Not: Belli ki ikinciyi çekeceklerini bilmiyorlarmış. O yüzden böyle olmuş olailbir.

Not: Bu bünye Won Kar Wai versiyonunu bekler. Stilize olur. Aşk olur. Acı olur. Kahramanlık olmaz bence. Göreceğiz.

11 Temmuz 2010

The Last Station

Amerikalılar için aşk herşeyden büyükmüş onu gördük.


Dur hemen vurma. Azıcık beni takip eden duygusal bir adam olduğumu bilir (biraz olsun öyleyim lan). Ama amerikalılar gibi aşık olmak zor arkadaş. Koca Tolstoy bile ne hale geldi bu uğurda. Karısının sevgisine bizim istediğimiz şekilde cevap vermeyince.

Bu filmi 7.oda sayesinde öne aldım. Burdan ona sesleniyorum (okuyor mu bilemedim gerçi) : Kardeşine söyle beni işe alsın. Ama iyi maaş versin. Yani hem sevdiğim işi yapayım hem para kazanayım istiyorum. Çok mu?

Filme gelecek olursak önemli bir şahsiyetin hayatının son dönemine ve düşüncelerine yakından bir bakış atmak için çok güzel. Belgeselvari kısımları sevdim. Ama romantizmin dozu biraz tutturulamamış. Yani bir Rus aşk filmi izleyecek olsam bu "Letyat Zhuravli" olurdu. En azından yaptığı ağır dramatik yapıyla izleyiciyi filmin sonunda yerine mıhlardı. Ama last station günümüz dünyasında hollywood için bile iddialı. Zira para getirisinin yüksek olması ve o oyuncuların maliyetini çıkarması neredeyse imkansız.

Ama neredeyse marksist bir düşünce yapısında olan ve sistemin tüm gerekliliklerini reddeten Tolstoy'a ve çalışmlarına göndermelerin daha çok olacağı bir film beklemiştim. Tabi ki bir Amerikan kitabndan bir Hollywood uyarlaması olunca bu noktada farklı şeylere değineibliyor.

Oyunculukların iyi olduğu. Uzun süresine rağmen sıkmayan önemli bir şahsı yakından tanıma olanağı veren bir film olması sebebiyle izlenmeli. Ama beklentileri düşük tutmak kaydıyla.

Peşin edit : Aslında düşününce hollywooda uzak bir film. Para kaygısı yok. Ama bu kadar paradan uzakken daha iyi olablirmiş. Olsun lan. Daha düzgün filmler çekin.

Not: Benden bir tolstoy çıkmayacağı ise tutarszlıklarımdan belli. Zaten karım da yok. Sorun değil.

7/10

06 Temmuz 2010

barfuss


deli işi bir film.


farklı bir romantik komedi. aklı başında değil. aksasa da samimi. öyle sokuyor ki insanı içine, yeri geldiğinde utançtan başını yorgana sokuyor, yeri geldiğinde onlarla birlikte gözlerin doluyor.

til schweigerin hem yazıp hem yönetip hem oynuyor. Büyük ihtimalle filmin aksayan yönerin bundan yana. Ama aynı durum filmin kişisel ve fazla sıcak olmasını sağlıyor. Inglourous Basterds'ın sert Alman'ı aslında nelere kadirmiş görmüş olduk. Nick tutarsız, serseri ama bağımsız bir karakter. Bu bağımsızlık umarım Hollywood'a bulaşmayarak korunur.

Filmin kadın karakteri johanna wokalek ise oldukça iyi bir performasn sergiliyor. O boş bakışlar, ani öfke nöbetleri en çok da safça gülümsemesi ve filmin sonuna doğru ağlayarak aşkı tasviri. Ne güzel ablamızsın sen ....

Filmin hiç konusunu anlatmayacağım. İzleyecek olana sürpriz olsun. Ama seveceğinize garanti veririrm. Yok sevmezseniz ben sizi taş kalplilikle siz beni fazla romantik olmakla suçlayabilirsiniz. Olsun. Siz yine de izleyin.

En sevdiğim sahne ise : rahat ol. alışveriş böyle birşey. sevdiğin şeyi git ve al dediği sahneydi. kızın rahatlığı süperdi. satın almaya karşı alerjisi olan beni de biri eğitmeli.

8/10

02 Temmuz 2010

green zone


Medya desteğiyle para kazanmak için yalanlar uydurarak bir ülkeyi işgal eden siyasiler.

Green Zone böyle büyük bir prodüksiyondan beklenmeyecek eleştiri dozuna sahip. Askerler, medya, siyasiler bunların başında geliyor. Filmin bu yönü gerçekten çok iyi.

Ama yedirilmeye çalışılan aksiyon ve kazara ajan olan Matt Damon biraz rahatsız edici :) Yine de ülkenin dağılmasına hırs, açgözlülük ve aptallığıyla sebep olan Amerikalıları gösterişi gayet iyi. Çıkarları için medyayı maniple eden ve sözüm ona iyi haber için (ün için) çırpınan kişilerin bir Uzman Çavuş tarafından tuzağa düşecek kadar saf olmaları ise gerçeklikten uzak bir ihtimale benziyor. Ama sakat ıraklının "kendi meselemizi kendimiz çözeriz" demesi önemli tabi. Tabi kendi meselesini çözecek adamın sakat kalmış olması Irak'a hafiften bir giydirme değilse nedir?

Bir de filmin sonunda askerlerin hedefinin tüm film boyunca bahsi geçmeyince kıllandığım petrol kuyuları olması gerçek amacı açıklıyor.

Matt Damon biyonik asker yine. CIA ulvi bir kurum. Her yerde iyiyler ve kötüler var tabi.
Iraklılar ise mutlak kurban. Biz ise sıkılmadan 110 dakika geçirmenin rahatlığında.

7/10


01 Temmuz 2010

Ondine


Bu ne lan?!

Bak bu filme de iyi diyen varsa gitsin okumasın boktan yaızlarımı.
Bekleidğim bir filmdi kendisi. Neil Jordan'ı severim. Sevmeyeni sevmem. Ama Colin Farrell In Bruge ile toparladığı imajı yine çizdi gözümde.

Ben sevmedim bu filmi. Güzel başlamıştı oysa. Mistik bir hali vardı. Gizem vardı. Kız çok güzeldi herşeyden önce. Şarkı falan söylüyordu. Sonra salak İrlandalı çıktı. Anlamsız hareketler. Hızlı ilerleyen ama pek çok kere aksayan filme eski aile falan girdi. Sıkıntılı kız. Mucize veren peygamberimsi kadının isteğiyle iyileşti.Lan noluyo derken bir baktık uyuşturucu çetesi ve onlardan kurtulmak için hınzırca plan yapan bir velet. Mal irlandalı baba kızının iyileşmesini bile anlamadı. Gitti peygamber gibi kadını tepti. Beni uyuz ettin. Evet filmin içine girebiliyorum bazen. İyi olmasa da.

Ama bombamız ise. Saçma bir şekilde içip gerçekten saçmalayan Colin Farrell karakteri. Adını hatırlamıyorum karakterin. Gerek yok. İzlemeyin zaten filmi.

Öyle kötü desem romantik duygusal çiftler sevgileriyle boğarlar beni. Evet burdan benim sevgisiz duygusuz olduğumu çıkartabiliriz.

Sigur Ros bile kurtaramamış filmi bence.

5/10

  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP