japonya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
japonya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

03 Ekim 2013

Throne of Blood

Birinin zihnine bir bir fikir ek ve gerçek olmasını bekle.



Hele ki etrafında bir kadın varsa merak etme o fikir mutlaka gerçeğe ulaşır. Kadın tehlikeli. İnsanın kendisinden daha tehlikeli tek şe belki de. Ama beni daha çok etkileyen kısmı Inception benzeri bir fikir yerleştirme gerçekleşmesini bekleme durumunun kurosawaca işlenmiş olması. 

Kalelerini tek tek kaybederken kahramanca savaşarak imparatorluğunu kurtaran iki kale beyini huzuruna çağıran kral, onların yolda karşılaştıkları kahinin etkisiyle sonunu getireceklerini bilemezdi. Hem kralın hem yeni kralın hem kendilerinin hem her şeyin.

Kahinin öngörüsü gerçek olur muydu bilinmez, ta ki bir kadının öngörüler gerçekleşmek zorunda diyerek kale beyi kocasını kışkırtmasıyla başlayan "geleceği değiştiremezsin" kaygısı filmin genel konusu oluyor.

Bir insana öleceksin dersen bir yolunu bulup ölür. Film bu noktada insanın manipüle olmaya yatkınlığını ne güzel işliyor.

Rashamon'ı yazmışım 2 yıl önce. Bir iki yıl sonra başka bir Kurosawa filminde buluşmak dileğiyle.Her izlediğim filmiyle hayranlığım ve şaşkınlığım artıyor.

Seven Samurai
Hidden Fortress
Ran
Ikuru yazmam gereken diğer filmleri.



23 Aralık 2009

Okuribito - Departures

Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gölgesine sarılıyorum *


Gidişler sadeliğiyle insanı etkileyen, ölüm üzerinden aileye ve topluma bir bakış atan güzel bir film. O kadar sade ve durgun olmasına rağmen 130 dakikann nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.

Filmde unutmayacağım şey ise "taş mektup"tur. Birine bir taş verirsin ve o kişi taşı eline alınca pürüzünden ağırlığınan yapısından ne hissediyorsa senin hakkında bilgi sahibi olur.

Zaten konuşmaya gerek yok diyor ve az diyaloğuyla minimal bir Japon filmi yaratıyor Yojira Takita.

Şaşırdığım tek şey ise; Japonların tepkilerini ve mimiklerini anlamak gerçekten imkansız.


* Cemal Süreyya

01 Eylül 2009

Rashomon

Güneşi gösteren adam.

Kurosawa'nın dünyaya adını duyurduğu film bu. Siyah beyaz ve Japonca. Biliyorum ki sırf bu bile bir çok insanın bunu izlemesine engel olur. Ha bir de 1950 yapımı. 80 yapımı filmlere "eski" diyen zihinlerdeki 1950 imajını düşünsenize.

Kurosawa'nın çıkış yaptığı bu film En İyi Yabancı Film Oscar'ının alınca dikkatleri çekmeye başlıyor. Zaten ardında Kurosawa dünyanın en etkili, iyi ve tanınan yönetmenlerinden biri haline geliyor.

Nedir peki bu filmi bu kadar özel kılan?
1- Bir olayı farklı kişilerin gözünden anlatarak bize doğrunun ve olanın hangisi olduğu fırsatı vermesi mi? (Burada düşünülmesi gereken örnek "Run Lola Run" olaiblir.)
2- Yoksa bizi (3.fotoğrafta görüldüğü üzere) olayları dinleyip karar vermesi gereken kişi yaparak yargıç yapmayı başarması mı?
3- Sinema tarihinde, güneşi çeken ilk insan olması mı? (2.fotoğraf) Ve güneş ve gölgelerden bu denli güçlü yararlanması mı? (Aslında gölge deyince "Third Man" gelir akla)
4- Etkileyici oyunculukları mı?
5- Yoksa insanlığımızı ve insanlığa olan inancımızı sorgulamamıza sebep olması mı?


Bir sinema filmi olarak döneminin çok ötesinde bir film. Kocasıyla giderken bir haydut tarafından tecavüze uğrayan bir kadın, onun olayın sonunda(filmin henüz başında) öldüğünü öğrendiğimiz kocası ve onlara saldıran haydut. Bunlara filmin başındaki yürüyüş sahnesiyle akıllara kazınan (kamera çekimi sebebiyle) ve Kurosawa'nın vazgeçilmez oyuncularından biri de ekleniyor. Zaten nerdeyse! minimal denebilecek bu film bu insanların etrafında geçiyor. Bu üçlü arasında olan ve bizim bu üçlünün (dörtlü!) ağzından, sırayla dinlediğimiz hikayeleri var. hangisinin gerçek olduğuna inanmak güç. Karar merci ise sizsiniz. Biziz.

Sinemanın her döneminde her türlü adama ilham kaynağı olmayı başarmış, Sheakspear uyarlamalarıyla insanı etkileyen, Star Wars'a esin kaynağı olarak bizi bizden alan Japon sinemasının en iyi yönetmenlerinden birinin çıkış filmini mutlaka izleyin. Herkese tavsiye etmiyorum. Ama yağmur ve yıkık bir tapınak ve içindeki insanlık savaşı için görülmeli.

9/10

23 Ağustos 2009

Byôsoku 5 senchimêtoru a.k.a. 5 Centimeters per Second

Kiraz çiçkeleri saniyede 5 santimetre hızla açar.

Bilgisayarımda bulduğum bu filmi izlemek bende tam bir şok etkisi yarattı diyebilirim. Uzun zamandır kendimi bu kadar bir filmin karşısında bitmesin diye bulmamıştım.

"Saniyede 5 Santimetre" ayrılık üzerine birbiriyle direk bağlantılı 3 kısa hikayeden oluşuyor. Zaten filmin toplam süresi de 63 dakika. 2007 Japonya yapımı Makoto Shinkai imzalı anime görselliği, buna hizmet eden müzikleri ve olay ve kişilerin ruhsal yapısını mükemmel aktarışıyla çok farklı bir film. İnsanlarla yapsanız yakalayamayacağınız şiirsellik var bu filmde.

İlkokuldayken ailesinin işi sebebiyle okuldan ayrılan arkadaşından 6 ay sonra mektuplar almaya başlayan Takaki yıllar sürecek olan mektuplaşma ve özlemle Akari'ye aşıktır. Ama ailelerinin iş sebebiyle taşınmaları birlikteliklerini imkansız kılmaktadır (kılmakta mıdır?). Takaki hiç kimsenin yüzüne bile bakmaz belki hoşlanırım diye. Aklında sadece Akari vardır. Güzel Akari. Saatlerce soğukta onu bekleyen Akari'yi. Gittiği, olduğu her yerde kimseyle yakınlaşmayan Takaki tarafından izleriz her üç öyküyü de. İkinci hikayede giren kız da üçüncü filmdeki yalnızlık ta Takaki'nin aşkından bir şey götüremez.

Kiraz çiçekleri saniyede beş santimetre hızla açar.
Roket taşıyan kamyon saatte 5 km hızla gider.
Seni bir kez daha görebilmek için hangi hızda yaşamalıyım?

Fazlasıyla kavuşamamak üzerine olan filmin insanı etkilememesi mmkün değil. Zaten teknik yapıyla mükemmel olan film, hikaye anlatıcıığı birleşince şaheser oluyor. Tokat gibi çarpmıyor belki ama derinlerden yakalıyor.

Herkesin izlemesi gereken bir film kanımca. İzleyin efendim.
9/10

22 Ağustos 2009

Tokyo Sonata

Sonata : üç ya da dört bölümden oluşan opera eserlerine verilen isimdir. italyanca "çalgı çalmak" anlamına gelir.

Cannes Film Festivali program broşüründeki film açıklaması : Tokyo Sonatı görünüşte kusursuzca sıradan bir Japon ailesinin portresidir. Baba anlam verilemeyecek bir şekilde işini kaybetmiştir ve gerçeği ailesinden saklamaktadır; en büyük oğul üniversitede okumaktadır ve eve pek az uğramaktadır; küçük oğul ebeveynlerinin haberi olmaksızın piyano dersleri almaktadır ve zihninin derinliklerinde rolünün aileyi bir arada tutmak olduğunu bilen anne, rolünü yerine getirmek için gerekli olan iradeyi bulamamaktadır. Dışarıdan bakıldığında her şey normal ve sağlıklıdır fakat ailenin içinde bir şekilde tek, öngörülemez bir uçurum açılmıştır ve bu uçurum sessizce ve hızlıca genişleyecek ve aileyi parçalayacaktır.

Bir ailenin nasıl birden dibe gittiğini ve bu dibe gidişte hepsinin nasıl kendi kendine kaldığını gösteren ve bu yalnızlığın yarattığı parçalanmayı gösteriyor Tokyo Sonata. Sade, yavaş gidiyor. Ama karakterleri işleyişi ve bize aktarışı o kadar tarafsız ve yalın ki biz o ailenin evlerindeki davetsiz misafir gibi izliyoruz herşeyi. Bazen onları eleştirip akıl verecek kadar yakınlaşıyoruz. Bu denli derin işlenen karakterleri görmek sık rastlanılan birşey de değil ayrıca.

Bir aile dramasını sonat şeklinde bir kaç farklı enstürmanla uzun uzun diye anlatmak farklı bir deneme. Buradaki enstürmanlar aile üyeleri. Her birinin ayrı hikayesi ve dünyası var bize gösterilen. İşten çıkartılan bir baba. Ailesine bunu aktaramazken otoritesinin sarsılması için şiddete başvurmaya başlayan. Otorite takıntısının ağır sonuçlarını görmemizi sağlıyor. Yalnız bir anne. Aile fertlerinin hiç birinin görmediği, varlığı yemek hazırlamaktan ibaret olan, tipik doğu kadını. Ailenin parçalanışını görüp elinden birşey gelemeyeceğine kendini en baştan inandırmış ve boyun eğmiş biri. Çaresiz. Kendini kurtaracak bir eylem yapamayıp, kaçma şansı varken bile herkese boyun eğen. Küçük bir çocuk. Bir abi. Okuldan sonra çalışıp ailesini hiç görmeyen. İletişimi sıfır olan ve en sonunda da dünya barışı için Amerikan ordusuna yazılan. Ki o amerikan ordusunun ne kadar adi olduğunu sonradan idrak edecek. Küçük oğlan. işte filmin tek cesur karakteri. İsteği şeyin peşinde koşan. Bunun uğruna savaşan ve kavga eden.

Takeshi'nin "Sonatine"(Sonatın kısası, genelde ustalık evresinde yapılır) filminin ismine benzese de daha çok Ozu'nun Tokyo Monogatari'sine benziyor bu film. Ale içine minimal bir bakış diyebiliriz. Zaten kamerası da Ozu'ya benziyor Kiyoshi Kurosawa'nın kamerası.

Gerçek sinema budur diyebileceğim filmlerden. Bir kez daha Japon Sinemasının ne kadar
önemli olduğunu hatırlamam açısından benim için önemli. Herkese tavsiye
etmiyorum. Sıkılınabilir zira.

8/10

Not: Filmin Asya Film festivalinde en iyi film, cannes da ise "belirli bir bakış" ödülünü
aldığını belirtmek isterim.

  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP