26 Ağustos 2009

Inglourious Basterds

Bir sıçanı evinize alır mıydınız?
Neden?
Hastalık mı yayıyor?
Sıçanlar sadece bir kere salgına yol açmış. Bir sincabı eve alır mıydınız?
Ama sincap da kemirgen değil mi?
Sıçanın girdiği her yere girip çıkıyor da?
Yani sıçanı, sıçan olduğu için eve almaz ve görünce öldürürdünüz?
Hem zararsız olduğunu şimdi öğrenmiş ve sincaptan farksız olmadığını öğrenmenize rağmen!
Yine de sıçandan korkar ve onu öldürürsünüz!

They shoot Jewishes too, dont they?


Sıçanları öldürmek ve sıçanların intikamı! Filmin tagline'ı bu olaiblirmiş. Basit değil mi? Film de çok karmaşık değil zaten.

Öncelikle söylenip yazılabilecek çok fazla şey var. Toparlamak ve doğru bir sırayla yazmak zor.
Not: Bu yazı sanırım birazdan spoiler içerecek!!!

Filmle ilgil ilk göze batan şey, Kill Bill formatından çıkamamış olması. Yazılanlar film çekilirken Kill Billvari bir film olacağını yazmış olsalar da, "chapter"lara ayrılmış, ve anlamsız alt bilgilendirmelere coşmuş Tarantinoyu anlamak güç. Hatta bu chapter ve tek tek karakterin sahnesi gelince adını yazıp geçmişini anlatan üslup arada çalan ıslıklı şarkılar bu etkiyi arttırıyor. Bu da filmin başında kendinizi yeni filme odaklamakta güçlük çekmenize sebep oluyor. Belirtmek isterim ki, sahnesi gelince tanıttığı karakterlerin ikiyle sınırlı kalıp geri kalanları geçmişlerini diyalog içerisinde az(yer yer çok) öğrenmemizde tutarsız. Evet kesin kasıtlı yapıldığına eminim bunun.

Filmin en etkileyici yöni kesinlikle bazı sahnelerde yönetmen nasıl bir duygu vermek istemişse bunu çok rahat yansıtabilmiş bize. Germek istediyse gerildik, güldürmek istediye güldük. Ve bunu çok net ve ustalıkla yapmış. Gerçekten bu adam yönetmen olarak en üstlere oynuyor.

Öyleki son zamanlarda gördüğüm en iyi oyuncu yönetimi de Tarantinoya ait. Her bir karakterine öyle bir ruh verdirtmiş ve onları yönlendirmiş ki, hayran kalmamak mümkün değil. Herkes birbirinden rol çalıyor. Ama bir Christoph Waltz var ki Albay Landa rolünde filmdeki herkesi ezip geçiyor. Brad Pitt ise özellikle galanın girişinde bir italyanı canlandırırkenki sıkıntı halleriyle oldukça başarılı ve aksanıyla eğlenceliydi. Ama finale doğru Waltz'in eziciliği onun da filmi ilk izlediğinde şaşırmasına belki de kızmasına sebep olmuştur. Diane Kruger, Michael Fassbender, Til Schweiger ve Daniel Brühl de şüphesiz çok iyiler. Ama güzel bir Fransız kızı var ki. Eminim feyk hemen bu benim olsun diyecek. Peki onun olsun bakalım. Melanie Laurent.



Filmin en önemli noktası daha önce hep belgeler ve gerçek olaylara dayandırılarak anlatılan bir savaşın kurmaca olarak da filmleştirilebileceği. Bu yanı insanı heyecanlandırsa da birilerini öldürmekden ileriye gidemeyişi anlamsız. Madem, sonuçlarıyla detaylı bir kurmaca olsaydı film. "Yeter! Tarantino'ya akıl mı veriyosun lan it!" dediğinizi duyar gibiyim.


Haklısınız. Aslında filmi sevdim. Akıcı ve eğlenceliydi. Ama çok az Bastard sahnesi vardı. Daha şiddetli ve daha kanlı bir film beklemiştik. Fragman bizi yanılttı sanırım.

Aslında şunu da fark ettim. Bana katılan olur mu bilmiyorum da. Bu Tarantinonun Barry Lydon gibi bir filmi olaiblirdi. Yani daha derin, ağır (burada ağır gitmesinden bahsedilmiyor) ve dönem filmi tadında bölümlere ayrılmadan yapılaiblirdi bu "saheser". İşte o zaman gerçek bir "şaheser" olurdu. Ki burada yine çuvallıyorum. Çünkü Tarantino değil mi bu nerdeyse yahudi propagandası yapmadan 2.dünya savaşı filmi demesine rağmen alnımıza nazi damgası yapıştırarak ve gözlerimize bakarak bu filmin "şaheser" olduğunu söyleyen.



Filmin bir yeniden yapım olduğunu aynı isimli yaklaşık konusu aynı olan 70'lerde çekilmiş İtalyan yapımı bir filmden uyarlanmış. Tabi ki onun da adı aynı. Tarantino sever öyle kenarda filmler izleyip onlardan etkilenip filmlerine katmayı. Ama onu da izlemek istemedim değil bu arada.

8/10

Sinemda izleyin. İzlettirin. Eğlenceli bulacağınıza eminim.

23 Ağustos 2009

Byôsoku 5 senchimêtoru a.k.a. 5 Centimeters per Second

Kiraz çiçkeleri saniyede 5 santimetre hızla açar.

Bilgisayarımda bulduğum bu filmi izlemek bende tam bir şok etkisi yarattı diyebilirim. Uzun zamandır kendimi bu kadar bir filmin karşısında bitmesin diye bulmamıştım.

"Saniyede 5 Santimetre" ayrılık üzerine birbiriyle direk bağlantılı 3 kısa hikayeden oluşuyor. Zaten filmin toplam süresi de 63 dakika. 2007 Japonya yapımı Makoto Shinkai imzalı anime görselliği, buna hizmet eden müzikleri ve olay ve kişilerin ruhsal yapısını mükemmel aktarışıyla çok farklı bir film. İnsanlarla yapsanız yakalayamayacağınız şiirsellik var bu filmde.

İlkokuldayken ailesinin işi sebebiyle okuldan ayrılan arkadaşından 6 ay sonra mektuplar almaya başlayan Takaki yıllar sürecek olan mektuplaşma ve özlemle Akari'ye aşıktır. Ama ailelerinin iş sebebiyle taşınmaları birlikteliklerini imkansız kılmaktadır (kılmakta mıdır?). Takaki hiç kimsenin yüzüne bile bakmaz belki hoşlanırım diye. Aklında sadece Akari vardır. Güzel Akari. Saatlerce soğukta onu bekleyen Akari'yi. Gittiği, olduğu her yerde kimseyle yakınlaşmayan Takaki tarafından izleriz her üç öyküyü de. İkinci hikayede giren kız da üçüncü filmdeki yalnızlık ta Takaki'nin aşkından bir şey götüremez.

Kiraz çiçekleri saniyede beş santimetre hızla açar.
Roket taşıyan kamyon saatte 5 km hızla gider.
Seni bir kez daha görebilmek için hangi hızda yaşamalıyım?

Fazlasıyla kavuşamamak üzerine olan filmin insanı etkilememesi mmkün değil. Zaten teknik yapıyla mükemmel olan film, hikaye anlatıcıığı birleşince şaheser oluyor. Tokat gibi çarpmıyor belki ama derinlerden yakalıyor.

Herkesin izlemesi gereken bir film kanımca. İzleyin efendim.
9/10

22 Ağustos 2009

Tokyo Sonata

Sonata : üç ya da dört bölümden oluşan opera eserlerine verilen isimdir. italyanca "çalgı çalmak" anlamına gelir.

Cannes Film Festivali program broşüründeki film açıklaması : Tokyo Sonatı görünüşte kusursuzca sıradan bir Japon ailesinin portresidir. Baba anlam verilemeyecek bir şekilde işini kaybetmiştir ve gerçeği ailesinden saklamaktadır; en büyük oğul üniversitede okumaktadır ve eve pek az uğramaktadır; küçük oğul ebeveynlerinin haberi olmaksızın piyano dersleri almaktadır ve zihninin derinliklerinde rolünün aileyi bir arada tutmak olduğunu bilen anne, rolünü yerine getirmek için gerekli olan iradeyi bulamamaktadır. Dışarıdan bakıldığında her şey normal ve sağlıklıdır fakat ailenin içinde bir şekilde tek, öngörülemez bir uçurum açılmıştır ve bu uçurum sessizce ve hızlıca genişleyecek ve aileyi parçalayacaktır.

Bir ailenin nasıl birden dibe gittiğini ve bu dibe gidişte hepsinin nasıl kendi kendine kaldığını gösteren ve bu yalnızlığın yarattığı parçalanmayı gösteriyor Tokyo Sonata. Sade, yavaş gidiyor. Ama karakterleri işleyişi ve bize aktarışı o kadar tarafsız ve yalın ki biz o ailenin evlerindeki davetsiz misafir gibi izliyoruz herşeyi. Bazen onları eleştirip akıl verecek kadar yakınlaşıyoruz. Bu denli derin işlenen karakterleri görmek sık rastlanılan birşey de değil ayrıca.

Bir aile dramasını sonat şeklinde bir kaç farklı enstürmanla uzun uzun diye anlatmak farklı bir deneme. Buradaki enstürmanlar aile üyeleri. Her birinin ayrı hikayesi ve dünyası var bize gösterilen. İşten çıkartılan bir baba. Ailesine bunu aktaramazken otoritesinin sarsılması için şiddete başvurmaya başlayan. Otorite takıntısının ağır sonuçlarını görmemizi sağlıyor. Yalnız bir anne. Aile fertlerinin hiç birinin görmediği, varlığı yemek hazırlamaktan ibaret olan, tipik doğu kadını. Ailenin parçalanışını görüp elinden birşey gelemeyeceğine kendini en baştan inandırmış ve boyun eğmiş biri. Çaresiz. Kendini kurtaracak bir eylem yapamayıp, kaçma şansı varken bile herkese boyun eğen. Küçük bir çocuk. Bir abi. Okuldan sonra çalışıp ailesini hiç görmeyen. İletişimi sıfır olan ve en sonunda da dünya barışı için Amerikan ordusuna yazılan. Ki o amerikan ordusunun ne kadar adi olduğunu sonradan idrak edecek. Küçük oğlan. işte filmin tek cesur karakteri. İsteği şeyin peşinde koşan. Bunun uğruna savaşan ve kavga eden.

Takeshi'nin "Sonatine"(Sonatın kısası, genelde ustalık evresinde yapılır) filminin ismine benzese de daha çok Ozu'nun Tokyo Monogatari'sine benziyor bu film. Ale içine minimal bir bakış diyebiliriz. Zaten kamerası da Ozu'ya benziyor Kiyoshi Kurosawa'nın kamerası.

Gerçek sinema budur diyebileceğim filmlerden. Bir kez daha Japon Sinemasının ne kadar
önemli olduğunu hatırlamam açısından benim için önemli. Herkese tavsiye
etmiyorum. Sıkılınabilir zira.

8/10

Not: Filmin Asya Film festivalinde en iyi film, cannes da ise "belirli bir bakış" ödülünü
aldığını belirtmek isterim.

21 Ağustos 2009

Harry Potter And The Half Blood Prince


Şimdi koca filmi izlerken aklımda tek şey vardı: Olum bu Dumledor kesin Gandalf'ın amca oğlu. Hatta kardeş bile olabilirler. Sakal desen aynı. Beyaz gri tonlarda kıyafet(cübbe, entari gibi) büyü desen ikisinde de kralı var(ama kesin Gandalf daha iyi) ikisi de bilge. bakın isterseniz


Neyse geyiği bırakacak olursak, filmi kitabı izlemiş ve seriyi seven biri olarak izledim. Kitabı aslında çok hatırlamıyorum, o yüzden onu kriter almadan değerlendiriyorum filmi.


Öncelikle filmin 140 dakika olması anlamsız. Böyle bir film için 100-110 dk yeterliydi. Madem uzun yaptın bir cenaze! töreni koy, bir savaş sahnesi ekle, bir ne bileyim aşk ve geyikten başka Harry Potter kitabını güzel kılan şeyler koy(değil mi feyk?) Sürenin uzayıp filmin romantik komediye(pedofili komedi:) dönmesi gereksizmiş. Kitabın ruhundaki şeylerin atlanmış olması hayranları üzmüş (kim bu hayranlar, hiç mi uyarlama izlememişler, hiç mi para kazanmak isteyen prodüktör görmediler acaba diye sormak geliyor içimden. Ayrıca yazar nasıl izin veriyor madem bu kadar kitaptan uzaklaşıyorsa. İki kuruş! için yapar mı sevdiğiniz kadıncağız bunu).


Sonuçta sıkça tekrarlandığı üzere Harry Potter serisi çocuk filmi olmaktan çoktan çıktı ve karanlık yapısıyla bizleri sevindirmişti. Bu filmdeki romantizm bu yapıyı biraz bozuyor olsa da filmin akıcılığına zarar vermiyor. Ama diğer filmlerin düştüğü hataya bu film de düşüyor. Gereksiz verdiği detaylar yüzünden 120 dakika filmi izlerken aslında etkileyici olabilcek sonlar 20 dakikada olup bitiveriyor. Ve aslında en çok merak ettiğimiz karanlık büyüler, savaşlar harcanmış oluyor. Buna rağmen süreyi uzatmasının da sayesinde 6. film diğerlerinin içinde benim en çok beğendiğim (Cuaron'u çok sevmeme rağmen). Saçma şeylerden saçma şekillerde bahsetmemiş gibi geldi bana.


Para kazanmak için yapıldığını unutmadan prodüktörlerin şekillendirdiği fazalsıyla belli bir film bu. Kötü değil. İzlenesi. Seriyi bilmeyenler bile bence çok sıkılmayacaklardır.


7,5/10


Not: Sevmeyenlerin beklentisi neydi bilmek isterim. Yazarsanız sevinirim. (Aldın sen mesajı)

17 Ağustos 2009

sonra en 20 iyi yapılmış 1992'den film göre Tarantino'ya

Tarantino film çekmeye başladığı 1992'den beri izlediği en iyi 20 filmi sıralamış. Battle Royale birinci sırada. Gerisi alfabetik. Eksikler var. Kısa zamanda izlemek lazım valla.



1 Battle Royale

2 Anything Else
3 Audition
4 The Blade
5 Boogie Nights
6 Dazed and Confused
7 Dogville
8 Fight Club
9 Friday
10 The host
11 The Insider
12 Joint Security Area
13 Lost in Translation
14 The Matrix
15 Memories of Murder
16 Police Story 3
17 Shaun of the Dead
18 Speed
19 Team America
20 Unbreakable


Not: Başlık tahmin ettiğiniz üzere kurgulanmış şekilde.
Başlığı ilk doğru şekilde bulana ödül var. Tüyolara dikkat. (feyk ilk sen bulursan sana yok:)

Not2: Ben bunların hepsini gördüm diyene de ödül var.

Adventureland

Bu kıza aşık olunur mu olunmaz mı?
Olunmaz diyenler bu blogu terk etsin. Hafif sapık, ağır sinefil, bolca şapşal bir insanın bloğu bu. Güzel kadınlara olan ilgim alt metinde (bilinçaltı) burada dışa vuruluyor.

Adventureland bildiğiniz üzere beklediğim filmlerden biriydi. Beklediğimin hemen hemen aynısı çıktı ve ben bu yüzden mutlu oldum. İyi, ama süper değil, eğlenceli ama sulu değil, güzel ama şaheser değil.


Dazed and Confused'a benzettim ben. Biraz da Breakfast Club'a (Hughes'un toprağı bol olsun). Üniversiteye gidecek olan James ailesinin ekonomik sıkıntıları sebebiyle destek alamayacağını öğrenince okul için para biriktirmesi gerektiğini fark ediyor ve bir eğlence parkında çalışmaya başlıyor. Burada Em ile tanışıyor. Tabi bir çok birbirinden ilginç değişik insanla da. Kısa süre sonra Em'den hoşlanan James gerçek bir öküz potansiyeli ile kıza yazmaya başlıyor. Ancak James'in gereksiz dürüst olmak gibi bir hastalığı var. Herşeyi herkese anlatıyor. 11 günlük travmatik ilişkisini Em'e, Em'in çetrefilli ilişkiler durumunu başkasına ve sonuçlarına katlanır.


87 yılı yazında geçen film müzikleriyle de dönemin etkisini arttırıyor. Lou Reed başta olmak üzere pek çok pop ve rock şarkısı kullanılmış. Eğlenceli hale getiriyor bu da filmi.
Alt metinde aile yapısı, eğitim, din, siyaset, ekonomi gibi konulara ucundan dokunarak da türü arasında taşlamada bulunan nadir filmlerden biri oluyor.


Ben tek başıma izlerken hiç sıkılmadım. Bence kimse de sıkılmaz. Tavsiye edilesi film.
Not: Kız benim. Yan gözle bakanın....

14 Ağustos 2009

Les Paul ve The Edge ve Jack White ve Jimmy Page

Les Paul ölmüş. Gitarım yok ve çalmayı da bilmem. Ama bir sürü şarkı var bu adamın ürettiği gitarlarla yaratılmış. O yüzden üzüldüm biraz. Umarım gittiği yerde vardır bir kaç gül ağacı da yeni gitarlar yapabilir.




It Might Get Loud, David Guggenheim imzalı bir belgesel. Jack White'ın nasıl müziğe başladığı , nasıl geliştiği
ve etkilendiğini - U2'dan The Edge ve Led Zeppelin'den Jimmy Page- anlatan bir müzik belgeseli. Umarım bir an önce buralara da gelir de çok meraklanmayız.


13 Ağustos 2009

İzmir Ankara arası Sinema Festivali

İzmir - Ankara arasına 4 film sığdıracağım aklıma gelmezdi. 2 saat uyku 15 dakika mola bir de.

Reklam yapacam ilk defa. Pamukkale'nin Pamukyol diye bir seferi var. Şu 3 koltuklu otobüsler. Herkesin kendi ekranı var ve herbirinin içinde de 30-40 tane film, 3-4 tv kanalı, müzik yayını falan var. Mümkün değil yolda rahat koltuğuna oturup sıkılamazsın. İlk defa bir yolculukta bir şey okumadan yol bitti.

Eğer çoğunu görmüş olmasam eğlence katsayısı artardı. Neler yoktu ki:
Stranger Than Fiction, Be Kind Rewind, Crash, 28 Weeks Later, Persapolis ... Uzuyor liste. Aksiyon da var, romantik komedi de. İyi yani. Şiddetle tavsiye ederim.

Neler izledim peki?
23 Numara. Bir daha Joel Schumaher izlemeyeceğime yemin etmiştim.
Keşke yeminimi bozmasaydım. Ama burdan herkese duyuruyorum ki bir kez daha ve son defa yemin ediyorum bu adamın filmlerini izlemeyeceim.
Bir de Michael Bay var.

Film nasıldı? Bir kitap okursun hayaın değişir. Bir kitap okursun kendini kaybedersin. Sonra geçmişini öğrenirsin. Ama Jole iyi adamdır, filmlerindeki adamlar da öyle. Eskiden katil olduğunu öğrenmiş psikolojik sıkıntıları olan adam erdemli davranır ve adalete teslim olur. Biri de bu adamı alsın götürsün.

Ps: I love You. Dear Frankie'den sonra Gerard Butler'ı tekrar mektuplar arkasında görmek beni şaşırttı ve üzdü. Kocaman da adam. Kaslı falan, yakışıklı uzun boylu. Oynadığı filmlerse Macera Adası, Dear Frankie ve Ps I Love You. Lan ya çocuk filmi ya da romantik komedi. Hiç yakışmıyor.
Bu film ise kötü. İyi diyenin alnını karışlarım. Bu bir başarı hikayesi, hayır bir aşk hikayesi hayır süperman. Valla Gerard gibi kocan olsun isterse mezarda olsun.
Bir sürede romantik komedi izlemeyeceğim. Evet otobüste izlediklerime bir süre ara veriyorum ama yine de hizmet süper bak.



Çılgın Garsonlar : Hayatta izlediğim en gereksiz filmdi heralde. En kötü olmaması ise enrteresan. Hayatta bir şey olmayıp garson olmuş ve kendi iç dünyalarında takılna bir grup adam ve kadın mutfakta neler yaşıyor onu göryürouz. Bir günde olabilecekler, hayatı sorgulama ve bir sürü anlamadığım şey. Neyse izlemeseniz de olur. Anca film bulamayınca otobüste izlenir.

Son film ise Becaming Jane idi. E okadar kitaptan dönem filmi olur da Jane'in kendinden olmaz mı? Oldukça kötü gereksiz bir film. Yarım kalmış bir aşktan başka hiçbir esprisi yok bu filmin. Ki o filmlerin yarısında işlenen bir konu. Gereksiz bir şatavat. Gereksiz zaman kaybı.


Kötü filmler benim tercihimdi. Bir filmi tekrar izlemek hoşuma gitmediği için bunları seçtim. Yoksa daha da eğlenceli olacağı kesindir yolculuğunuzun. İyi yolculuklar efem.


Coraline

Adanada sokağa çıkıp 5 kişiye sorduk kimse Neil Gaiman'ı tanımıyor.


Neymiş herkes tanırmış Neil'ı! İnanmadım sordum. Kimse tanımıyo valla. Bu fantastik öyküler yazan ve bir ekibe çizdiren güzel yaratıcı abimiz Neil yeni yeni kitapları filmleştrilmeye başlanmış bir insan. Stardust ve Coraline kitaplarından yapılan uyarlamalar. Adamı ünlü yapan ise Sandman çizi serisi. Biraz başladım ve görüşlerim olumlu Sandman için.

Coraline ortalama-belki biraz üstü- bir animasyon. Yaratılan dünya ilginç, ama dönüp dolaşıp "küçük kapıdan geçip fanastik dünyaya geçmek" kısmı size de tanıdık gelmedi mi? Ayrıca "annemizin babamızın kıymetini bilelim, bazen onlardan sıkılsak da onlar bizim herşeyimiz" temasıyla birleşince Alice -pardon Coraline- ortalamanın belki altında kalıyor. Ama keyifle izlenen bir film.

Neil Gaiman ise özel bir ilgiyi hak ediyor. İlginize.

7/10

L.A. Confidential

Bu filmi yeni izledim. Bir sürü film var iyi olduğu kanıtlanmış herkesin görüp benim denk gelmediğim .


İyi bir polis-komplo filmi. Çok iyi oyunculuklar (harbi iyilermiş), çok iyi senaryo(ele yüze bulaşmamış) iyi film.

8.5\10

05 Ağustos 2009

The Burning Plain


Arriaga daha iyi bir film yapabilirdi. Kesişen hayatlardan sıyrılmalıydı belki, belki biraz da hareketli bir şey yapmalıydı. Senaryo yazmaya benzemiyormuş film çekmek bunu bize gösrterdi.

Charlize Theron ve Kim Bessinger'ın oynadığı film ortalamayı geçemeyen bir aile(ler) draması. Bu dram sebebiyle kesişen hikayelerle olmayacak insanlar birlikte olur ve sonuçlarına katlanırlar.

Burada da biri bişeyler demişti. Ona bir bakın. İzlenmese de olur bence.
6,5/10

03 Ağustos 2009

If I were Cameron Crowe

Çok sevdiğim bir site var (hani şu haberleri falan okuduğum) ve bu adamlar güzel müzikleriyle tanınan düzgün yönetmenlerin filmlerindeki müziklerden toplama bir albüm olsaydı nasıl olurdu demişler ve kendilerinden de bir şeyler eklemişler.



Almost Famous, Vanilla Sky, Elizabethtown gibi filmlerindeki müzik seçimleriyle bizi etkileyen Cameron Crowe'un yapması gereken liste şöyle:

01 - Chopsticks - Liz Phair
02 - Modern Music - Black Mountain
03 - Tears In the Morning - The Beach Boys
04 - Mahgeeta (edit) - My Morning Jacket
05 - Daisy Glaze - Big Star
06 - Our Hell - Emily Haines & The Soft Skeleton
07 - Honey And The Moon - Joseph Arthur
08 - Long As I Can See The Light - Creedence Clearwater Revival
09 - Frying Pan - Evan Dando
10 - Good For You's Good For Me - The Walkmen
11 - A Venture - Yes
12 - Standing In The Doorway - Bob Dylan
13 - Never Make Me Cry - Fleetwood Mac
14 - The Teenage Feeling - Neko Case
15 - Watch The Sunrise - Big Star
16 - If I Needed You - Townes Van Zandt
17 - On A Beach - Richard Ashcroft
18 - Words Fail - Lucinda Williams
19 - Fool In The Rain - Led Zeppelin
20 - Landslide - Smashing Pumpkins
21 - The World (Will Soon Turn Our Way) - The Autumn Defense
22 - I Go To The Barn Because I Like The - Band of Horses
23 - Wildflowers - Tom Petty


Dinleyin.

Not : Ara sıra sevdiğim yönetmenin bir kaç yönetmenin film müziklerini yayınlayacağım.
Unutursam hatırlatın.


Not 2 : Stillwater diye bir grup kazandırdığını da unutmamak lazım Crowe'un. Ayrıca filmdeki (Almost Famouse) yaptığı mocumentry ile hayallerimizi gerçeğe çevirmiş bizi bizden almıştı. Vanilla Sky'daki Radiohead şarkısı ya da Josh Rosue imzalı Direction şarkısı ve Elizabethtownd'daki muthiş "Free Bird" performansıyla filmlerine en ustaca müzik koyan adamlardan biri tartışmasız.

Not 3 : "Niye Peral Jam fotosu koydun?" derseniz, "abimiz Cameron onların belgeselini yapıyor da ondan" diye cevap veririm.

Not 4 : Peral Jam deyince Eddie Vader geldi aklıma ordan "Society" şarkısı ordan da "Into the Wild". Gitmek istiyorum lan. Siktir olup gitmek.

so tell the girls that i'm back in town

01 Ağustos 2009

Two Lovers


Son dönemde izlediğim en iyi film. Tartışmasız, gözü kapalı tavsiye ederim. Saçma cümlelerimin, bu başlangıç çerçevesinde iyiye yorulmasını talep ederim.



Şimdi aşk filmlerini çok sevmem ama iyi dramaya bayılırım. Acı değil derdim. Acı ve sıkıntıların gerçeğe yakın ve beni sarsabilecek şekilde anlatılabilmesi şaşırttı beni hep. Yani ben en çok acı çektiğim anlarda, sadece zırlayabilmiş, onu yapmadığımda da bozuk plak gibi birşeyleri döndürmüş biri olarak bu kadar sade ve yalın anlatılan "acıya" bayılıyorum. Benim ki bayağılaşıyor. İçime oturan yumru bu yüzden. Yoksa filmin ağırlığı değil.



İçime oturan filmler hep erkeğin acı çektiği filmler. Ne zaman Leonard Cohen dinlemeye başladım ve bu sonra post-rock'a döndü ve Sheltering Sky, Kader gibi filmler beni Tyson'un kroşesi gibi yere serdi bilmiyorum. Büyümeye başladım heralde ( saçmalık, burada detaya girmekten korkan yazar kaçamağı yapıyorum ). Two Lovers direk bir kroşe indirmemiş olabilir. Ama oldukça seriydi. Özellikle finale doğru ayakta durmak iyice zorlaştı.



Çok güzel bir film Two Lovers. Çok şey anlatıp da bilinmesini istemiyorum. İki sevgilinin(?) çıkmazlarla dolu hikayesi ve ortalarında hayatın neresinde duracağını bilemeyen bir adam. Canı daha önce yanmış bir adam. Kime sarılacağını bilemiyor. Her erkek gibi zoru, imkansızı istiyor ama olanla yetinmeyi biliyor (biliyor mu). "Mantığının" sesini geç de olsa dinliyor. Bu bizi nasıl mutlu ediyor işte ben orada çakozluyorum. Gerçek diyorum. Garden State'de son sahne de kavuşan sevgilinin "Peki şimdi ne yapacağız?" demesi gibi gerçek. İnsanın zorda kalınca mantığa(!) bürünebileceğini görüyor ve bunun beni mutlu etmesinden korkuyorum.


Joaquin Phoenix bu film sonrası oyunculuğu bıraktım demişti. Ama son işiyse 10 numara olmuş.

Gwyneth Paltrow yine o soğuk sade güzelliğiyle etkilemiş.

9/10 Mutlaka izleyin efendim.

Sonbahar Şarkıları (Temmuz biterken)


  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP