30 Ocak 2010

sherlock holmes the gypsy

çingene ruhlu zeki serseri bir ingiliz çekince
sherlock holmes da çingene ruhlu zeki serseri bir ingiliz olmuş.


Sıkılmamak önemli bir kriterdir her zaman. Zaten bir Sherlock Holmes filmi izlerken zekasından ve geriliminden dolayı sıkılacağınızı düşünmezsiniz. O zaman bu filmi iyi yapacak şey nedir? Yenilik katacak? Parlak oyuncular ve Hollywood aksiyonu mu? İngilterde böyle bir şey yapınca olmuyormuş - gerçi hiçbiryerde olmuyor.

Sevdiğimiz yönetmen hikaye ve oyuncular var sıkılmıyoruz da ama yetrli gelmiyor. Yeni bir şey bekliyoruz. Sherlock Holmes'u bohem, çingene ruhlu dövüşken göstermek değil ama sadece. Anlatım üzerinde de. Yakaladığı farklı olan tek şeyi (düşün planla ve uygula temalı sahneler) bir kaç kez yapınca sıkması da cabası.

Kitap ve karakterden fazla uzaklaşmış. Akıcılığını ve klişe yumağını hollywood'dan almış. Lethal Weapon'un dönem İngilteresinde geçeni olmuş.

Olmamış Guy. İkincisini çekecek olman ise hiç olmuyor.

6/10

27 Ocak 2010

Sundance Sundance Sundance

40 kez yazsam ışınlanır mıyım Utah'a?


Yine çok iyi filmler var Sundance'te. Winterbottom'un The Killer Inside Me (ki Antichrist'in Cannes'da yaptığını Sundancete bu film yptı deniyor)
Rob Epstein ve Jeffrey Friedman'ın beraber yönettiği Howl,
Duplass biraderlerden Cyrus,
Joseph Gordon-Levitt ve Natalie Portman'lı Hesher,
I Am Love,
Enturage'dan sevdiğimiz Adrien Grenier'in belgeseli Tennage Paparazzo.
Blue Valentine,
The Kids Are Allright,
The Runaways.

Ve pek pek çok daha fazla film var. İşin kötü yanı bu filmlerin çoğu vizyona girmediği gibi çok azına da dolaylı yollardan ulaşabiliyoruz. Neyse öyle bir yazı işte. İf'e gidemeyen ben (ki filmlerin yarısını malum dolaylı yoldan izlemişiz, ne anladık o seçkiden diyorum) Sundance'i rüyalarımda bilenem göremiyorum.

Sevgiler.




26 Ocak 2010

The Lovely Bones

asagida yazilanlar filmi izlememeniz gerekitgini belirttigi gibi bence bastan okumaktanda vazgeçin


okumaktan vazgeçmek en dogrusu. öncelikle yaziyi hala okudugunu fark ediyorum. peki sen kendini laf dinlemez biri saniyorsun muhtemelen. maceraperest olabilir, yapma denileni yaparim diyorsun. sisteme basit sekillerde karsi koyarsin.

peki.

öncelikle gerçekten bu film kötü. ölü bir kizin arafta sikismasiyla yasayan ailesinin de "arafta" sikismasini gösteren, anlamsizca çok satan bir kitap uyarlamasi. ama uslanmaz bir okur olarak sen bu filmi izleyeceksin zaten. peter jackson da çocuklariyla oturup film mi izlemek istedi acaba? bilemiyorum. sen izleyip nasilsa ögreneceksin. ama çocuklarina film yapmayi düsünen adamin bad taste'i çektigini umutmamak lazim sevgili okur. tamam lotr biraz arada, bir yere konmayan bir film. ama bu, bildigin kiz çocugu filmi. sanirim bu tanimim hosuna gitmedi. sen fantastik, gerilim ve aile filmi tanimini daha çok severdin. ama hersey senin istedigin gibi olmuyor. bu filmin benim istedigim sekilde olmadigi gibi.

filmin oyunculari bu kadar iyiyken neredeyse performanslarini bile göremiyoruz. salak bir kiz surati (soirse ronan), onun sürekli kosan ama poposu bir türlü ufalmayan kardesinden ve piskopat katil (stanley tucci) haricinde birsey görmüyoruz. daha ne mi istiyorum? sorulari ben sorarim sevgili okur? soru su : bunlar yeterli mi?

film bir tek katili hakli gösteren tarafiyla beni etkileyebilirdi (baba degilmiydi insanin bir hobisi olmali ve o konu hakinda çok çalisip herseyi bilmeli. böylece hayati ögrenir diyen. adamin hobisi de kizalri öldürmek). irreversible'da da buna benzer tecavüzcüyü hakli çikaran noktalar var. ona sonra deginiriz.

Ama aile üzerinden drmatizasyon çabasina kiz kardesle gerilimi arttirma çabalari eklenince gözümde rachel weisz bile kurtaramadi filmi.

sen uslanmaz okur gidip filmi izleyip seveceksin ve bana bir çift lafin olacak. ama unutup yazmayacaksin zaten. ha bastan vazgeçip okumayanların hayraniyim. onlar zaten filmi izlemeyecekler.


19 Ocak 2010

the road

post apokaliptik bir dönem bu kadar soğukkanlı resmedilmemişti. İddialı olduğunu biliyorum bu söylemin. Ama genelde fazla atraksiyonlu kanlı ve hızlı geçer kıyamet sonrası dönem. Bu film bunun aksine fazlasıyla yavaş, sessiz ve hareketsiz. Ama bunlar yanıltıcı olmasın film sıkmadan ve gerilimi fazlasıyla ayarında tutarak bizi kendine bağlıyor.

Sebebini ve nasıl olduğunu bilmediğimiz bir kıyamet sonucunda ölümü beklemeye dayanamayan eşi gidince "oğlu"yla bir başına kalan "Adam" yola çıkar. Zira evde kalıp, açlıktan insan yemey başlayan diğer insanlardan kaçmaları ve karısının son arzusu olan güneye "gitmelisiniz" yerine getirmeye uğraşıyorlar.

Baba oğulun bu yolculuklarında tabiki kaçtıkları kovaladıkları anlar var. Ama asla huzurlu oldukları güzel uyudukları bir an yok. Zaten ne zaman güzel bir rüya görürlerse pes ettiği anlamına geldiğini ikisi de biliyor.

İnsanlığın kayboluşu ve paranoya üzerine güzel bir kitap uyarlaması. Şüphesiz kitabın etkisi daha fazla ama filmde gayet eli yüzü düzgün olmuş.

Nick cave senaryosu proposition ile iyi iş çıkaran hillcoat bu sefer de gayet iyi ve nick cave warren ellis şarkılarıyla etkileyici bir film yaratmş.
8/10

18 Ocak 2010

Soul Kitchen

Yemek ruhun gıdasıdır.


Anlatacak özel bir senaryo yok. Yani olaylar örgüsü çok sürprizlerle dolu değil. Ama film boyunca Fatih Akın'ın anlatısına hayran kalmamak hatta bu sırada filmdeki mekanlar ve kızlara (kadınlar için erkeklere) hayran kalmamak elde değil.

Başından sonuna eğlenceli, müzikli ve hareketli bir film var karşımızda. Bu harekete rağmen filmin başında acele etmeden herşeyi iyi pişmiş olarak servis ediyor Fatih akın. Ama hondurastan gelen ağacı kullandıktan sonra afrodizyak etkisi yönetmeni de sarıyor ve son yarım saat (belki 20 dakikası) hızlı hzılı olup bitiveriyor. Aldente gelen son biraz afallatıyor haliyle izleyiciyi. Az pişmiş olmasının yanı sıra gerçekçilikten uzak komedi ögesi devreye girip bize mutlu sonu getiriyor.


Tabi ki unutulmaması gereken bunun bir "feeling good movie" olduğu. Ve bunun hakkını vererek yerine getiriyor. Duvara Karşı ve Yaşamın Kıyısından sonra yorulduğunu söyleyen Fatih Akın başkasına bile vermeyi düşündüğü projeyi gerçekten Im Juli tadında bu sefer ülke ülke gezmeden çekiyor. Evini Hamburgu karış karış bize gösteriyor.

Soul kitchen gerçekten güzel bir film. Sıcak bir film. Sesi açıp müziklerde dans ederek izlenebilecek bir film. Mutlaka izlenmesi gerekenlerden.

8/10

17 Ocak 2010

An Education

Bilmelisin ki ...
sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pismanligin uzun yillar
sürüyor. *


Peter Sarsgaad'ı heralde ilk defa gülerken gördüm.

Hayatın sadece sınıfta öğrenemeyeceğini ve eğitim, aile ve aşk hakkında bir şeyler söyleyen büyük bir klişe an education. ne romantik komedi ne gençlik film ne de ahım şahım bir hikaye. nick hornby 1960lar dan bir hikayeyle çıkıyor karşımıza ama bize hiçbirşey sunmayan ve üstelik eski türk filmi tadında gidip biten bir film sunuyor.

tek hayali -babasının da zoruyla- oxfordda okumak olan akıllı ama aslında güzel de olan kızımız bir aşka savrulur ve sonuçlarıyla karşılaşır. burdan bizi eğlendiren tek şey ise bahsi geçen tablo, şarkı ve buna benzer sanat diyalogları. başka da bişey yok.

5/10

*can yücel

15 Ocak 2010

piç

Kurtuluş Ankarada bir mahalle adı. Kim kimi kurtarabilmiş ki şu hayatta. *


bu yazi hakan günday'in neredeyse her kitabi için spoiler içerir.

hakan günday'in olayi da bu.

fazlasiyla otobiyografik yaziyor herseyden önce. gördügü yaptigi tecrübe ettigi seyleri büyüterek anlatiyor (burda abartma degil, zenginlestirme kastedilmektedir) karakterlerinin hepsi kendinin bir parçasi. oldugu, olmak istedigi, olmak istemedigi kendisi. arkadaslari, akrabalari hep geziniyor kitaplarda.

erkek kitaplari yaziyor (bu konuyu tartisacak olan yok degil mi) (high fidelity'e kadin filmi diyenler yaziyi biraksinlar) (birakmadilar mi hala?) (kendileri bilir) her kitabinda basrollerde erkekler var. neredeyse hiç kadin görmeyiz. olan kadinlar da hep terk edilir. annedir, tecavüze ugrayandir, terk eden, dövülendir kadin.

Ama erkek niyeyse hep aynidir. kitaplarinda mutlaka var olan adam profili su sekilde : iyi egitimli, en az bir - genelde franszicayla - iki yabanci dil bilen, zengin -degilse de konumlu- bir ailenin çocugu olan, sebebini karakterin kendisinin bile bilmedigi aileden uzaklaşan kaçan bunu yaparken onlari cezalandirircasina habersiz birakan (bu kasitli degil, umarsizlikla yapilan birsey) hep orta sinifin üstü hiçlige batmakta olanlar "piç"lerdir.

ve bu adamlarin bir olayi yok. "ahbap aldirmaz" tadinda yasar sistemi insanlari ve kendileri dahil herseyi elestirir ama bunu dert etmezler. dertleri ölmektir. yozlasmaktan, sistemin gerekliliklerini yerine getirmektense ölmeyi tercih ederler. ölüm çok yolludur. zihinsel. bedensel. ikisi birden. fark etmez zaten nasil olacagi. kravat asagi degil yukari sallanir onlarin boyunlarinda. silah beyinlerine dayandiginda tek an korkmaz tereddüt etmezler.

piç, iyi bir kitap. benim sevdigim bir kitap. ama isin kötüsü benim hakan oldugum bir kitap. hayattayim sonuçta. sözler veriyorum hayatta kalmak için, yaşamak umrumda değilken hem de.

*Kinyas ve Kayra

13 Ocak 2010

where the wild things are

chan wook park, i'm a cyborg but that's ok hakkında sorulan bir soruya : kıızımla oturup izleyebilceğim bir film yapmak istedim demişti bizi hayrete düşürürken.
fantastik şeylerden, masallardan sıkılmayan büyüklere de hitap eden film, hayal gücü yüksek alex'in evden kaçıp çıktığı yolculukta vardığı bir adadaki canavarlarla olan ilişkisini anlatıyor. kendini kurtarmak için kral olduğunu söyleyip mutsuzluklarıyla boğuşan kitleye mutluluk vaad ediyor. ama çocuk dünyasında bile, sınırsız hayalgücüne rağmen bunun ne denli zor olduğu aşikar.

ben bu tür hikayeleri fazlasıyla alice harikalar diyarındaya benzetiyorum.ama bu diğer benzerlerinden farklı bir noktada, cesur, yaratıcı ve eğlenceli (eğlenceden ne anladığınıza bağlı - bana jack getir yeter).

ben bu adamı seviyorum. o adam da kattleen keener'ı seviyor. katleen de beni. sevgi çemberini tamamlıyoruz.

(ne biçim kafam varsa neyden sonra neyi izliyorum)

12 Ocak 2010

Nefes


bir yere kadar filmin ne yönde durduğu belli değildi. evet bazen aptallaşabiliyorum. tamam sıkça aptallaşabiliyorum.

ama sanki başlardaki full metal jacket benzeri giriş ve neredeyse yüzbaşının -insanın- psikolojik yanını anlatarak thin red line'ı andırışı lan bu film savaş karşıtı dedirtti. savaşı bize göstermeden önce deer hunter benzeri hazırlıklar yaptı.

ama sonradan allah allah nidalarıyla savaşa koştu. ben burda kazanmazsam ankarada kazanılmaz dedi. açılıma ters bir bakış attı. olayları dramatize etti,kadınları sadece bu durumda duygusal sömürü için kullandı, savaşı tek yönlü -muhtemelen de taraflı- gösterdi, karşıdakini (ötekini) gölgeden ibaret sayarak kişiselleşmesini - insanlaştırılmasını(ki kazara insana sempati duyarız insan olduğumuz için) - önledi. ve en sonunda da ne olursa olsun yüce türk ordusu olarak affetti.

sinematik değerler açıısndan, özellikle de görüntü yönetimi sayesinde türk sineması
için önemli bir yerde film. oyunculuklar sırıtmıyor zira yüzbaşı hariç askerleri de net olarak göstermiyor - düşmana yaptığını kendi askerine de yapıyor aslında -performanslarını algılayamıyoruz. prodüksiyonun iyi oluşu, silahlı sahnelerin başarılı oluşu -türk filmleri kriter alındığında- artı yönleri.

ama bunların hepsi filmin derdi ile birleşince barışçıl olmayan, olamayan, savaşı kişisel bir meseleye indirgeyen, suya sabuna dokunmadan militarizmi yücelten bir film yaratmaktan öteye gidemiyor.

11 Ocak 2010

up in the air



ne bir romantik komedi ne bir hayatın sırrını açıklayan felsefi ne aksiyon ne de başka birşey.

ne olacağına karar verememiş -burda türler üstü durumu da yok- ortalama bir film up in the air. hayattaki - hayttan kasıt hollywooddur- tüm klişelere arkasını yaslayıp kendini yormadan seyirciyi yormadan başlayıp biten bir film. tamam iş hayatı eleştiriyor falan da havada kalmaktan kurtulamıyor.

ne george clooney ne de junonun yönetmeni jason reitman kurtaramamış filmi.öylesine izlemek ve zaman geçrimek isterseniz tamam ama iyi film izleyeceğiniz önyargısından arınarak izleyin. imdb notu gerçekten yanıltıcı. kitabın best seller oluşu da ayrı muamma.

6/10

09 Ocak 2010

Avatar the Magnificence

hey joe

where you going with that gun in your hand





Klişeleri kıran unsurlar o kadar çok, yaratılan dünya o kadar iyi ki filmin bir dönüm noktası olacağı aşikar. Hikayeyi geçelim ve yaratılan ırk, dünya, dili düşünelim. Belki yüzükerlerin efendisinden bile daha iyi resmetti kafasındakileri ve bu yüzden resmin gerçekçiliği -hayal ürünü bile olsa - fazlasıyla gerçekçi.



eleştirisinin gücü ise sistemden aldığı milyonlarca doları sistemi - amerika, büyük şirket- eleştirmek için harcamaktaki başarısı.



klişe diyenler; bir gitsin çay kolsun gelsin.




07 Ocak 2010

Bunny Munro'nun Ölümü

Bukowski'nin her hangi bir kitabını ikinci kere okumak daha iyi.
Hatta o kitabı tekrar okumak.
Ve dördüncü kere okumak da.




Kitap turnesi dahilinde Cave bir bölüm okurken.

Bad Lieutenant


Beklediğimden iyi.
Gerçekten iyi.

  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP