kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Temmuz 2010

Geceye Övgü


Gece, düzen güçleri uykudadır. Bürokrasi, askeriye, okullar, polis, kısacası yaşamımız düzenleyen tüm güçler uykudadır; sokakta devriye gezen nöbetçi polis dışında. Askerler de hepimizden önce yatağa girerler. Dünyanın bu en baskıcı kurumunun mensupları, en erken yatanlardır aynı zamanda. Aslında tüm totaliter kurumlarda, daha doğrusu tüm kurumlarda - tüm kurumlar totaliter değil midir zaten? - insan her zaman erken yatmak zorundadır-yatılı okullarda, manastırlarda, ailede, cezaevlerinde, hastahanelerde... Kişinin istediği saatte yatma hakkını destekleyen, bu özgürlüğe onay veren hiçbir kurum tanımıyorum. Aşk(?) üzerine kurulu olan ve iki kişinin özgür iradesiyle gerçekleşen evlilik kurumunda bile, çiftler yatağa aynı saatte girmezlerse, bir daha geç yatar, geceyi daha fazla yaşarsa, sorunlar çıkmakta geçikmez. Kurum her zaman "geç" yatanı suçlar, erken yatanı değil. Avrupa feodal toplumunda tüm kent sakinleri mumlarını aynı saatte söndürmek zorundaydılar; bayramlar dışında. Düzen ve baskı güçlerinin doğal yapısı, her zaman belirli bir uyku saatini zorunlu kılar. Bu belirli saatin erken bir saat olması da yine onların doğal yapısından kaynaklanır.




Tarih boyunca bize, tüm kültürlerde, karanlığın kötü güçlerle ilişkili olduğu öğretildi. Gece insanlarından, geceyi yaşayan, gecede yaşayan insanlardan korkmamız gerektiği anlatıldı. Oysa gündüz ve gece kişileri aslında aynı kişiler. Gün ışığı içimizdeki teslimiyetçiliği ortaya çıkarır, ama geceleri kendimizi özgür hissederiz. Düzen güçleri bizi, geceden, özgürlükten kaçınmaya koşullandırmışlardır.


Kurumlar ister din, ister aile, ister devlet kurumları olsun, gece insanlarına korkuyla bakarlar. Karanlıkla birlikte uyrukların denetlenmesi zorlaşır. Gece insanlarına her zaman kuşkuyla bakılır. O saatlerde ayakta olan hiç kimse hayırlı bir iş peşinde olamaz. Gündüzleri egemenliğini sürdüren kurulu düzen güçleri, varlıklarını ve baskılarını gece düşmanları bahanesiyle haklı çıkarırlar; belirsiz, soyut kavramlarla öcüymüş gibi söz edilen bu düşmanları biz hiç görmesek de.
Yöneticiler de bize hep gündüz gözüyle gösterilirler, hep gündüzlerin bir parçası olarak görünürler bize. Bir başkan, bir papaz yada bir general, doğanın güzelliği içinde, arkasında parlayan bir güneşle canlandırılabilir, ama gecenin karanlık fonu önünde asla.


Gündüz, ilerleme gibi görünen tekdüze bir süreçtir. Sabahın parlak ışıkları akşam karanlığına dönüşürken, bize bir gelişme olduğu hissini verir- belli bir yönde ilerliyormuşuz gibi bir duygu. Zamanın yapay göreceliği üzerine nadiren durup düşünürüz. Her Allahın günü, aydınlığın karanlığa doğru akışı bizi önüne katıp koşturur. Ama gün boyunca, ister sabah on, ister öğlen üç olsun, hepimiz, gündelik düzenin, düzen güçlerinin köleleriyiz. Bizi ayakta tutan, zamanın geçmesi ve gecenin sunduğu kurtuluş umududur. Çünkü, sonunda gece olacağını ve - gündüzle kıyaslarsak - dilediğimiz gibi davranma fırsatınıa kavuşacağımızı biliriz.


Kitaplar gece okunur. Sinema, tiyatro ve müzik gösterileri gece olur. Gece sarhoş oluruz, gece kumar oynarız.
Her şeyden arınmış çıplak vücut geceye aittir. Vücutlar gece birbirine değer, bir araya gelir. Gün boyunca üniversitelerde bilimsel inceleme konusu olarak ele alınan, akşam üzeri dost toplantılarında sohbet konusu edilen şeyler, sonunda gecenin karanlığı içinde, gizlice yaşanır. Çıplaklık geceye özgüdür, gündüze değil. - Bunun tersi, yani var olmanın doğal gereği, yani güneşin altında çıplaklık, ancak baskının sona ermesiyle gerçekleşebilir.


-Geceleri aşık olur, birbirimize aşkımızı geceleri ilan ederiz. Gündüzler bizi mantığımızı kullanmaya, kendi hapishanemize kapanmaya zorlar. Gün boyunca baskı güçleri, aşkın özgürlüğüne karşı savaşır. Ama geceler bizi yeniden aşık eder, bize " seni seviyorum" dedirtir. Gündüzleri söylenen "seni seviyorum"lar geceye gönderme yapar.

İş günü süresince tutsak olduğumuz gerçeğini o kadar kabullenmişizdir ki, onun dışındaki saatlerden "serbest zamanımız" diye söz ederiz. Serbest saatlerin tam tersi, hemen hepimizin işte olduğu gündüzlerdir.


Savaşlar genellikle şafak sökerken başlar. Devlet gün boyunca öldürür, infazları gerçekleştirir. Gün boyunca hayatta kalmaya, geceleri ise yaşamaya çalışırız. Gün boyunca elektrik faturalarımızı öder, arabamızı tamire götürür, alışverişe çıkar, doktora görünür, ya sevmediğimiz bir işe gider ya da gereksindiğimiz, ama sevmediğimiz bir iş ararız.


Gün boyunca tüm görevlerimizde düzene tabi tutuluruz. Tuvalete gitmenin bile kesin sınırlamaları ve kuralları vardır. İşyerinde, okulda, askerde... insan istediği sıklıkta tuvalete gidemez ve orada istediği kadar kalamaz. Tuvalete istediğimiz zaman gidemediğimiz gibi, kaç kez uvalete gittiğimizin ve orada ne kadar kaldığımızın bile hesabı tutulabilir. Ayrıca insan, kurumun öngördüğü zamanlar dışında tuvalete gitmek isterse, bunun için izin alması gerekir. Gün boyunca istediğimiz gibi tuvalete gitme özgürlüğüne bile sahip değiliz, çünkü gündüzler bize ait değil.


Gün boyunca insanların birbiriyle gireceği ilişkiler düzene sokulmuştur. Okullarda gençler, sırf aynı yaşta oldukları için yıllar yılı aynı kişilerle aynı sınıflarda oturmak zorundadırlar. Sekiz yaşındakiler altı numaralı sınıfa, on yaşındakiler onbeş numaralı sınıfa..vb. O sınıflarda bile değişmez bir oturma düzeni sağlanmıştır. Ancak okul günü bitip akşam olduğunda, insan, dilediği kişiyle birlikte olma şansına sahip olur. Askerseniz günün büyük bölümünü sizinle yaklaşık aynı boyda olanlarla geçirmek zorundasınız demektir. 1.65 boyundaki bir kişinin, 1.95 boyundaki arkadaşıyla bir araya gelmesi, ancak akşamları ve geceleri mümkün olabilir...


Sosyal sınıfların katı kuralları ancak gece bozulur. İşçiler burjuvaların sokaklarında dolanırlar. Burjuvalar, işçi mahallelerindeki lokantalara giderler, fahişeler, papazlar, öğrenciler, askerler, ev kadınları, doktorlar ve yabancılar, hepsi aynı sokakta gezinirler, bakınırlar, birbirleriyle konuşurlar, hatta belki de sonunda sevişirler.


Geceleri dünya, birbiriyle haşır neşir olmuş, özgür, meraklı insanların ruhuyla canlanır. Gündüzleri kaçındığımız şeyler, gece çekicilik kazanır. Gündüzlerin "rasyonel" insanı, "zevk-ü sefa peşinde koşan" insanla yer değiştirir geceleri.


Ezme eyleminin kendi özgürlüklerini de kısıtlamasına rağmen, ezenler bile geceleri daha fazla özgürlüğe sahiptirler. Kurulu düzenin yöneticilieri, generaller ve krallar, şirket ve ülke başkanları, "şöhret ve servet" sahipleri de geceyi yaşarlar. Totaliter kurumlar uykudayken, uykuya yatırılmışken, onlarda yaşama özgürlüğüne kavuşurlar. Çocuklarını yatağa yatıran anne-babalar gibi, onlar da artık, her türlü seromoni ve sansürden arınmış olarak, maskesiz yüzlerini gösterme özgürlüğüne sahiptirler.

Gece vakti, gunduzn telasindan, hayhuyundan eser kalmaz. Az cok huzura kavusmusuzdur. Soyle bi on saat kadar, bizden istenen, beklenen bir sey olmayacaktir. Yiyecegimizi secmekle veya yaratmakla ise baslariz. Gunduzleri yiyip ictiklerimiz, cogumuz icin kurumsallastirilmistir. Halbuki geceleri, hem ne yiyecegimiz konusunda daha cok secenegimiz vardir hem de onu diledigimiz gibi hazirlamakta ozguruzdur. Ayrica yemegimizi de alalaceye yemek zorunda da degilizdir. Fast food dedikleri sey, gunduze egemen olan baskici guclere aittir. Gunduzlerin fast food yiyicileri olan bizler, bizi yoneten megamekanizmanin parcalariyiz. Oysa geceleri, kendi besinimizin hazirlayicilari olarak, zaman ve mekani gonlumuzce duzenleriz.


Gün ışığı bir tuzaktır. Işık bizi kör eder. Ama geceleri, gözlerimiz fal taşı gibi açılır. Geceleri, tüm öteki duyularımız da daha duyarlıdır, çünkü düzen güçleri o saatlerde makinelerini kapatmış olurlar. Gece olunca sessizliği dinler, karanlığa nüfuz eder, hem bedenlerimizin hem de hayal gücümüzün dizginlerini koyveririz.


Gün boyunca duyularımız tutsak etmeye çalışan sayısız mesajın tüketicisi olmaktan çıkarız geceleri. Baskıcı megamekanizmanın aralıksız vızıltısı durmuştur şimdi. Enerjinin kaynağı artık içimizdedir. Gece, insan zihninin çalışması için bir zemin oluşturur. Gün boyunca dikkatimizi, ışığın, renklerin, devinimin hizmetine sunarız. Neye dikkat edeceğimizi belirleyen, düzen güçleridir. Yeşil ve kırmızı ışıklar, karşıdan karşıya nasıl geçeceğimizi bile düzene koyar. Gündüzleri biz, yaşamın büyüsünün, kelebeğin karmaşık renk ve biçim dokusunun gözlemcileriyiz olsa olsa. Gün boyunca dikkatimizi gözlemin hizmetine sokarız. Gündüzleri uydusuyuzdur dışımızda olup bitenin.


Gündüz Vassaf
Cehenneme Övgü



Not: Bu kitabı okurken annem adından korkup bana bişey yaparlar diye dışını gazeteyle kaplamıştı. Edebiyat öğretmeniydi lan kadın.



not:http://gueneslipazartesiler.blogspot.com/2010/07/geceye-ovgu.html yazıya istinaden üstteki deneme hatırlanmış ve buraya konulmuştur.

16 Nisan 2010

Tol Lan!!!

devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi


tol nedir?

ev?
nefret?
deli?
şiir?
ahmet?
intikam?
diyarbakır?
aşk?
kitap?
intikam?
yol?
ismail?
izmir?
ölüm?
şarap?
devrim?

tol nedir?




çözüldün ve utancından ölecek haldesin. adın, ancak dünyanın yarısı havaya uçarsa temizlenir diye düşünüyorsun. zaten durmadan bunu planlıyorsun. birbirinden nafile intikam planlarıyla oyalanıyorsan. kafana kurşunu sıkana kadar da bundan başka bir şey yapacağın yok. geçen sene aldığın o allahlık kırıkkale tutukluk yapmazsa tabii."

19 Şubat 2010

Blade Runner

Which one are you?

15 Ocak 2010

piç

Kurtuluş Ankarada bir mahalle adı. Kim kimi kurtarabilmiş ki şu hayatta. *


bu yazi hakan günday'in neredeyse her kitabi için spoiler içerir.

hakan günday'in olayi da bu.

fazlasiyla otobiyografik yaziyor herseyden önce. gördügü yaptigi tecrübe ettigi seyleri büyüterek anlatiyor (burda abartma degil, zenginlestirme kastedilmektedir) karakterlerinin hepsi kendinin bir parçasi. oldugu, olmak istedigi, olmak istemedigi kendisi. arkadaslari, akrabalari hep geziniyor kitaplarda.

erkek kitaplari yaziyor (bu konuyu tartisacak olan yok degil mi) (high fidelity'e kadin filmi diyenler yaziyi biraksinlar) (birakmadilar mi hala?) (kendileri bilir) her kitabinda basrollerde erkekler var. neredeyse hiç kadin görmeyiz. olan kadinlar da hep terk edilir. annedir, tecavüze ugrayandir, terk eden, dövülendir kadin.

Ama erkek niyeyse hep aynidir. kitaplarinda mutlaka var olan adam profili su sekilde : iyi egitimli, en az bir - genelde franszicayla - iki yabanci dil bilen, zengin -degilse de konumlu- bir ailenin çocugu olan, sebebini karakterin kendisinin bile bilmedigi aileden uzaklaşan kaçan bunu yaparken onlari cezalandirircasina habersiz birakan (bu kasitli degil, umarsizlikla yapilan birsey) hep orta sinifin üstü hiçlige batmakta olanlar "piç"lerdir.

ve bu adamlarin bir olayi yok. "ahbap aldirmaz" tadinda yasar sistemi insanlari ve kendileri dahil herseyi elestirir ama bunu dert etmezler. dertleri ölmektir. yozlasmaktan, sistemin gerekliliklerini yerine getirmektense ölmeyi tercih ederler. ölüm çok yolludur. zihinsel. bedensel. ikisi birden. fark etmez zaten nasil olacagi. kravat asagi degil yukari sallanir onlarin boyunlarinda. silah beyinlerine dayandiginda tek an korkmaz tereddüt etmezler.

piç, iyi bir kitap. benim sevdigim bir kitap. ama isin kötüsü benim hakan oldugum bir kitap. hayattayim sonuçta. sözler veriyorum hayatta kalmak için, yaşamak umrumda değilken hem de.

*Kinyas ve Kayra

07 Ocak 2010

Bunny Munro'nun Ölümü

Bukowski'nin her hangi bir kitabını ikinci kere okumak daha iyi.
Hatta o kitabı tekrar okumak.
Ve dördüncü kere okumak da.




Kitap turnesi dahilinde Cave bir bölüm okurken.

25 Aralık 2009

Hakan Günday'a açık mektup

Sevgili Hakan Günday,

Nasılsın?
Eşin nasıl?
Evdekiler?
Keyifler?
Antalya?
İstanbul?
Asil?
Ekber?
Sana kızgınım. Beni göt gibi bıraktığın için kızgınım tabi ki. Sen ne sandın?

3-4 kitabını okudum. Kinyas ve Kayra'dan beri de seni çok (ama çok) severim.Modern Türk edebiyatının salt zeka parıltısı değil ebedi! derinlik, yan öykülerle ve üslubun olgunluğuyla olması gerektiğine inanıyorum (pek çok yeni Türk romanının sabun köpüğü olduğunu düşündüğüm için). "Bir" düşünceden ibaret değil kitapların.

İşte bu önyargılarla okudum kitabını. Ne askerlik yaptım ne de yakın zamanda yapacağım. Ama yaşım gereği zamanın yaklaşması ve kaçışın olmamasının verdiği stresle o günü bekliyor ve bu mektubu yazıyorum.

Bu ülkedeki herşeyi, asker, devlet, türk, kürt erkek, kadın, devlet, korucu, terörist, asker, anne, baba, ordu, Atatürk konumlandırması demeden eleştirdiğin (belki sövdüğün) kitap neden sonra bambaşka bir hal aldı (karakter, olay, durum değişince bunlar da değişmez deme. Vian okumuşluğum var). Olmalı mıydı bu?Ziya Hurşid gerçeğini öğrenmeli, Atatürk'ü sevmeli ve askerliğin kötü olduğu tek yerin sağlıksız(?) bir beyin olduğunu mu görmeliydik? (Lan 200 sayfa eleştirdim herşeyi, birşey demedin. son 30-40 sayfaya mı laf ediyon dersen evet derim. Sıçıyosan ağzına birinin gerçekten sıç derim)

Bir film var Hakan Günday. Stranger Than Fiction. Bildin mi? Şöyledir kısaca, adamın biri gaipten sesler duyar. O ses adamın hayatını "dış ses" olarak anlatmakta ve maalesef bir süre sonra öleceğini söylemektedir (Orhan Pamukvari peşin ölüm habercisi dış ses tadında). Adam bir kitabın içinde olduğunu fark eder, yazarı bulması için bir edebiyat proeföserüne gider, anlatır herşeyi. Proföser bakar ve derki "bu kitabın bir şaheser olması için senin gerçekten ölmen gerekiyor". Adam yazarı arar ama sonunda da ölümü kabul eder. Bir gün. Bam. Otobüs çarpar.

Biz de bu kabyllenişle izleriz. Bilmemize rağmen herşeyi adamın ani ölüşü bizi fren yapmadan duvara çarpan bir araba gibi yapar. Sarsılırız ve "bu bir şaheser, sonunu bildiğim şeyi anlattığı gibi bitirdi" deriz. Sonra ne olur biliyor musun? Adam hastanede ayılır. Ölmemiş. Kitabın yazarı acımış son anda. Ne olduğunu biliyorsun bence? Kitap şaheser olma şansını yitirince film de otomatik olarak yitirmiştir. Tabi ki yönetmen aptal değil. Belki "ben şaheserimi yaptım ama Hollywood'dayım ve sizi mutlu uğurlamak istedim" der. Filmi seversin yine de. Lakin son 15 yılın en iyi 15 filmi arasına koymazsın.

Sen tabi ki bize filmin sonun %100 mutluluk vermiyorsun. Ama olgunluğuyla şaheser olan kitabınının sonunu bir düşünceden (yaratıcı ya da hastalıklı farketmez) ibaretmişçesine bağlaman ve kitap yeterli etkiyi yaratmıyormuş gibi, sonda sağ gösterip -bir de- sol vurman hoş değil.

Buna niye takıldın dersen, bir zihnin içindeki hikayenin içinde başka bir hikaye olmasaydı fena olmazdı aslında derim. Nasıl? Bence öyle olurdu? Tamam sen biliyorsun zaten.

Sana haksızlık ettiğimi biliyorum -umrunmuş gibi. İyi bir kitap olduğunu da biliyorum Ziyan'ın. Ama insan sevdiklerine daha çok kızıyor Hakan Günday. Herley hem onun hem kendi için daha iyi olsun istiyor.


Not: "Sıradan bir çizgi filmin bir çocuğun balkondan atlamasına neden olan etkinin onda birini yetişkinlere verebilmek için romanlar yazıyorum" demişsin. Atlatır, intihar ettirtir mi bilmem ama gerçekçilik hissini arttırmak için yaptığın "ürün yerleştirmeler" etkili oluyor. Tesadüfi olabilir - ama bir arkadaşım kitaptan hemen sonra "stan smith" ayakkabı aldı, ben bir iki şarkı dinledim ve kitabı okuyan herkes son satırlardaki "asil"den sonra yan sayfadaki "azil" reklamını görünce gitti aldı. Ama başarılı ve olumlu olduğunu belirtmek isterim.

Herşey için teşekkürler.

Porco Rosso


10 Kasım 2009

Kıskanmak

Zeki Demirkubuz, Dostoyevskiyle yaptığı gibi ana konuyu alıp
kendi hikayesini yaratsa daha mı iyi olurdu?


Kiskanmak daha önce de yazdigim gibi oldukça önemli bir kitap. Kime göre derseniz 2-3 isim sayarim . Sayayim mi? Peki sen istedin sevgili okur.
1- Porco için önemli.
2- Missi için
3- Don Panza için
4- Sakallis için (okumasa da önemli)
Bunlar yeter simdilik.


Bu Türk edebiyati için önemli ve Kiskanmak olgusunu; "saf" kiskanmak olarak ele alan ama okuyucuyu (ve artik izleyiciyi) baska bir beklentiye sokan, kari-koca iliskisi ile üçüncü biri arasinda geçenlerden çok daha farkli boyutta anlatan bu kitap, üslup ve konu olarak sinirlarin ve zamanin çok ötesinde.


---spoiler----


Hikaye öncelikle bir kadinin kocasini altmasi üzerine kurulu gibi görünüyor. ama aslinda çocuklugundan beri abisinin güzel kendisinin (fazlasiyla) çirkin olmasinin her türlü ceremesini çeken (okuyamayan, evlenemyen ve çalisamayan) Seniha'nin abisini kiskanmasi ve ondan öç almak için türlü yollara basvurmasini anlatiyor. Evet basit anlamda bu. Ama kitabin tüm gidisati ve dönemin insan davranisi geregi böyle birsey beklenmedigi için bu hayret verici kiskançlik ve getirdikleri okuyucuyu (maalesef izleyiciyi degil) sasirtip, etkilemekte.


Demirkubuz zaten burada bir afalliyor. Kitapta verilen yan hikayelerle bu görüs desteklense de film bunu aktarirken eksiklikler barindiriyor. Kitabi okumayan biri sonu hariç bu farkli kiskanma olayini nasil yakalar bilemiyorum. Zira film içerisinde Demirkubuz etrafa yaydigi imajlarla ve konusmalarla hep bizi yönlendiriyor kocasini aldatan kadin hikayesine (tamam kitapta da böyle ama arada ipuçlari var).


Filmle ilgili sikintilari sayacagim.

  • Öncelikle Berrak Tüzünataç gerçekten odun geldi odun gidecek. Buna hiç mi hiç süphem yok.
  • Isik kullanimi etkiyi arttiran eski Demirkubuz filmlerindeki gibi degil. Ama buna ragmen maden ve bazi ev sahnelerinde isik ve görüntü kesinlikle mükemmel.
  • Ama filmin tamamina yayilamamasi gerçekten rahatsiz edici.
  • Replikler fazla zorlama çikiyor herkesin agzindan. Sakil bir konusma tarzi. (Dönem için sakil, simdi için degil)
  • Bir de kitabin herseyini aktarmak için uzun uzun konusmalar biraz yorucu. Kitabin bazi yerlerini hizli geçen film bazi yerleri vermek için uzun uzun konusmalarla yorabiliyor.
  • Isin ilginç yani ise filmin iyi mi kötü mü olduguna karar veremem. Çok sevdigim bir kitap, çok sevdigim bir yönetmen,normal degerlendirilse orta alti, ben normal degerlendirsem orta üstü bir film. Sanriim ortalama bir not verecegim.


7.5/10


Not: Biliyorum ki filmin etkisi üzerimde gün geçtikçe artaçak. Yillar sonra çok iyi film diyecegimi de biliyorum.

Not 2: Bu yazı, benim gibi "kıskançlık" duygusu az olan biri tarafından yazılmıştır.

Not3 : Nesrin Öztürk rolüyle ALtın Portokalda en iyi kadın ödülü aldı. Bir iki ödülü daha var ama bakmaya üşendim şimdi.

09 Eylül 2009

Mimleri Sevmiyorum


- Evet. Mim sevmiyorum. Yani benim blog konseptimle alakalıysa tamam da çok kişisele kaçınca (kendimden bilgiler verdiğim için) sevmiyorum.
- Evet. Yine haklısınız. Kendimi size başka biri gibi lanse etmekteyim. (Aklıma "biri"nin internet reklamı geldi : I'm John. I'm 21 years old. I like dancing and traveling)
- Zaten konsept dışı bir yazıda saçmalama hakkımı kullanmak istiyorum ayrıca.
- Peki yapmayacağım. Sizi kırmak olmaz.
- Mim mi? Tamam geçiyorum.
- Tamam sıkıştırma başlayacağım. Sevgili feyk kişisi yollamış. (Ayrıca biri bana "mim" ne demek açıklasın)
- Bilmiyorsam niye mi yapıyorum?
- Valla bilmiyorum. Uzatmadan geçiyorum cevaplamaya. Okunması gereken 40 kitap listesi var. Ve ben neler okumuşum. Dürüst olacağım. 20 tane çıkmaz diyorum ben şimdiden. Listenin yanındaki yıldızlar bakalım ne anlama geliyor?


1- Don Quijote, M. de Cervantes Saavedra (1605) **
2- Suc ve Ceza, Fyodor Dostoyevski (1866) *
3- Memleketimden Insan Manzaralari, Nâzim Hikmet (1966-1967)
4- Alemdagda Var Bir Yilan, Sait Faik Abasiyanik(1954) ***
5- Tutunamayanlar, Oguz Atay (1971) *
6- Hamlet, William Shakespeare (1600 dolaylarinda) *
7- Yuzyillik Yalnizlik, Gabriel García Márquez (1967)
8- Huzur, Ahmet Hamdi Tanpinar (1949) ***
9- Anna Karenina, Lev Tolstoy (1873-1877) *
10- Karamazov Kardesler, Fyodor Dostoyevski (1880)
11- Kara Kitap, Orhan Pamuk (1990)
12- Ilyada, Homeros (MO 9.-7. yuzyil) **
13- Odyssia, Homeros (MO 9.-7. yuzyil) **
14- Savas ve Baris, Lev Tolstoy (1865-1869) *
15- Ilahi Komedya, Dante Alighieri (1307-1321) ***
16- Binbir Gece Masallari (8.-9. yuzyil) ***
17- Madame Bovary, Gustave Flaubert (1856) *
18- Donusum, Franz Kafka (1915)
19- Ecinniler, Fyodor Dostoyevski (1872)
20- Butun Oykuleri, Anton Cehov (d.o. 1860-1904)*
21- Kucuk Prens, Antoine de Saint-Exupery (1943) *
22- Ince Memed, Yasar Kemal (1955)
23- Denemeler, Michel de Montaigne (1572-1588)
24- Ulysses, James Joyce (1922)
25- Yunus Emre Divani (d.o. 1238?-1320?) ***
26- Mesnevi, Mevlana Celaleddin Rumi (1278) *
27- Dava, Franz Kafka (1913) *
28- Budala, Dostoyevski (1868)
29- Mrs. Dalloway, Virginia Woolf (1925) ***
30- Son Siirleri, Nâzim Hikmet (1970) *
31- Macbeth, William Shakespeare (1606) **
32- Kizil ile Kara, Stendhal (1830)
33- Malte Laurids Brigge’nin Notlari, Rainer Maria Rilke (1910) ***
34- Kayip Zamanin Izinde, Marcel Proust (1917-1925)
35- Ses ve Ofke, William Faulkner (1929)
36- Gonulcelen, J.D. Salinger (1951)
37- Seyh Bedrettin Destani, Nâzim Hikmet (1936)
38- Bir Dugun Gecesi, Adalet Agaoglu (1979) ***
39- Evliya Celebi Seyahatnamesi (1898-1938) ***
40- Kotuluk Cicekleri, Charles Baudelaire (1857)
Tek Yıldız olanları (*) okudum.
İki yıldız olanları (**) okudum sayılır. (Kurcalamayın lütfen:)
Üç yıldız olanları (***) biliyorum ki asla okumayacağım. Geçti onları okuma yaşı.

Pişman olduklarım,hakkında pek çok şey bilsem de Proust okumadım, okuyamadım. Bir de Faulkner. Ben okumadım ama okunması gerek bak bunları deyip birine aldığımı hatırlıyorum. Özet geçerse bana ben de onların yanına iki yıldız (**) atarım.
- Son dönemde ne mi okudum?
- Akılda kalanlar : Aylak Adam, Zen ve Motorsiklet Bakım Sanatı(devam), Paris Sıkıntısı, Sandman(Düş Müziği).
- Mim'i birilerine yollamak gerekir değil mi?
- O zaman. Pembe fil ve Virgin State of Mind'a paslayalım mimi

30 Temmuz 2009

A Hole In My Heart


hayat mutlu olmak içinmiş! benimki mutsuzluğuma alışmaktan ibaret.


Rahatsız filmler kuşağı vol.2

Aslında bir filmden bahsedecektim ama bu filmde beni en çok rahatsız eden sahneyi hatırladım sonra. O sahne de bana okuduğum kitabı hatırlattı. Bir porno film çekimi sırasında adamın kadının ağzının içine kusmasıydı sahne.



Mehmet Eroğlu'nun Kusma Kulübü kitabı akıcı ve okunası bir kitap. Edebi anlamda zayıf çok yanı olsa da anlattıkları ve göstermeye çalıştıklarıyla tüketim toplumunun, medyanın ve ülkenin doğusundaki olayların eleştirisini yapmakta. Evet aslında bu yönüyle (doğu meselesi hariç) Dövüş Kulübüne benzeyen bir hikaye. Küçük bir grup bu tüketim toplumunu yıkmak için eylemler yapar. Nasıl yaparlar bunu? Üstlerine kusarak tabi ki!



A Hole In My Heart, gittikçe sertleşen bir üslubun son halkasıdır. Fucking Amal ile başlayan sonra Together'ı çeken bunlarla toplumun isteklerinin ve ana akımın dışına çıkan Moddyson, Lilya 4 Ever ile sertleşen tarzını iyce ortaya sermişti. Ama A Hole in My Heart bunların ötesinde izlenmesi zor, yönetmenin fazlasıyla kişiselleştiği hatta minial bir film olarak karşımız çıkıyor. Kalabalık filmler çeken yönetmen birden amatör porno film çeken iki adamın, onlardan birinin oğlunun ve filmde oynayan genç kızın bir evin içindeki 3-5 gününü göstermeye karar vermiş.



Moddyson görünen ardındaki rahatsız edici unsurları gösteriyor bu filminde. Porno filmin ardındakileri, bir vajinanın ardındaki, baba oğul ilişkisinin ardındakileri ve tüketim toplumunun ardındakileri.



Bu herkese tavsiye edilmeyecek bir film. Ama sevdiğimi hatırlıyorum. Rahatsız etmişti.

İsveçin asi çocuğu Moddyson ardından Container diye bir film daha çekti ki dağıtımı yapıldımı ondan bile emin değilim, Nette dolandı bir ara sadece. Şimdi de büyük bir merakla beklediğim Mammoth'u çekiyor. Gael Garcia Bernal ve Michelle Williams var.

22 Temmuz 2009

Demirkubuz'dan Türk Edebiyatı Uyarlaması : Kıskanmak


“Çirkin bir kadının bir gün fırsatını bulunca ne gibi trajedilere yol açabileceğini merak ettim.”

Nahid Sırrı Örik imzalı bir kitap Kıskanmak. Bu kitabı okuma sebebim ise hiç de edebiyat kaynaklı değil. Zeki Demirkubuz'un bu kitabı çekeceğinin haberini alınca okumaya karar vermiş ve nihayet izmir'de sadece bir kitapçıda bulunca da alıp başlamıştım.


Kitabı anlatmayacağım. Alırsınız okursunuz. Yok okumazsınız filmi izlersiniz. Yok izlemezseniz zaten hikayeyi ne yapacaksınız. Ama bir tek şey diyebilirim kitap için: Etkileyici. Gerçekten beklenmeyen bir dil, alışılmadık bir hikaye(Türk hikayesi) ve yaratılan karakterler.

Ne demiş Selim İleri kitap için: 'bir çağrılışla başlar kıskanmak: '' seniha! seniha hanım!'' bu çağrılışın bir istihza olduğu, roman bittikten sonra anlaşılır; ömür boyu seniha'yı kimse 'gerçekten' çağırmamıştır.'



Önceki filmlerinden farklı olarak minimal bir yapı taşımayan film için prodüksiyon aşamasında yeni bir ev inşaa edilmiş, kostümlerin hepsi dikilmiş ve büyük bir ekip çalışmış. İlk defa bir yapım şirketiyle çalışıyor ayrıca Demirkubuz. Ve toplamda 1 milyon dolar harcanmış.


Demirkubuz film için yapılan bir ropörtajda şunları demiş : Çirkinlik kavramından etkilendim“Çirkin olmanın nasıl bir şey olduğu üzerine çok kafa patlattım. Çirkin olmaktan güzelliğin nasıl göründüğünü görmeye çalıştım ama çok büyük emek verdim bu konu için. Gündelik hayatta hiç fark etmediğimiz, adam yerine bile koymayacağımız bir insanın sıradan hatta çirkin bir kadının hatta kurumuş bir kadının dünyasında neler olabileceğini hatta bir gün fırsatını bulunca ne gibi trajedilere yol açabileceğini çok merak ettim. Zaten romanı çekmeye karar verince diğer her şeyi unuttum, tamamen buna odaklandım.

Fazlasıyla merakla beklediğim Türk filmidir. Hatta yegane Türk filmidir.

Not: Filmin başrollerinde Nergis Öztürk, Berrak Tüzünataç ve Serhat Tutumluer var.
Not 2 : "Çirkinlerin güzeller uğruna feda edildiği gerçeğini Seniha daha küçük yaştan itibaren öğrenmişti..."
Not 3 : İyiki kitabı okumadan önce kimler oynuyor bakmamışım. Kafamda canlanandan farklılar zira.

Zorunlu Edit : Bilinmeyen bir güç afişi değiştirtti. İyi oldu sanırım.

18 Haziran 2009

Blindness

Körler dünyasında tek gözü olan kraldır.



Bir solukta okunan kitaplardan Körlük. Jose Saramago'nun sade ama etkileyici dili, akıcı hikayesiyle birleşince inanılmaz güzel bir kitap ortaya çıkmış. Son dönemlerde insanlara tavsiye ettiğim nadir kitaplardan biridir bu.



Kitabı okurken tabi ki filmi nasıl bişey olur diye çok düşünmüştüm. Saramagonun neresi olduğu belli olmayan şehri, ırkı milliyeti etnik kökenleri olmayan insanları ve nereden geldiği belli olmayan bir illeti birleştirmesi ve kimlikleri sınırları yok sayıp insanoğlunun derdinin aynı olduğunu anlatan kitabı, filme ancak bu kadar aktarılırdı. Tabi ki daha iyisini istemekle birlikte mümkün olan buymuş.



Saramagonun bu kadar etkileyici ve derinlemesine alt metinlerle dolu kitabını filme aktaralırken, zaman kısıtları düşünülünce, kitabı okuyanların rahat anlayacağı ve filmde simgesel anlatımları yakalamasına rağmen, konuyla ilk kez muhattap olanlar bazı yerlerin havada kaldığını düşünülebilir.



Neydi peki ana hikaye? Bir adam trafikte giderken kör olur. Onu götüren taksi şöförü, göz doktoru ve diğerleri de sırasıyla anlaşılamayan bir sebepten kör olmaya başlarlar. Yalnız normal bir körlük değildir bu. İnsanlar karanlığa gömülmemiş, sadece beyazı görmektedirler. Sonra bu körlük tüm şehre yayılır ve hükümet koruma olarak, ilk kör olanları eski bir akıl hastanesine kapatır. İlk kör olanlar askerler nezaretinde buraya kapatılırken kör olmayan tek bir kişi vardır, o da göz doktorunun karısı. İçerde eşinin gözü kulağı olur. Ekibi yönlendirir. Ta ki bir gün başka koğuştan birileri silahıyla ortaya çıkıp gelen yemeklere ambargo koyup, isteklerinin yerine getirlmesini isteyne kadar. Sonrası bildik güç çatışmaları ve sonuçları. Sİlah kimdeyse kkontrol onda. Körler dünyasının normal dünyadan farkı yok. Zaten Saramagonun kitabının en güçlü yanı bu. Okurken insanların kör olduğunu bile unutmak mümkinken, yazar bunu sürekli ustalıkla halletmiş. Bir kere bunlar kör böyle olmaz, şöyle olur diyemiyorsunuz.





Öncelikle Meirelles'in şehri de belli değilken, isimleri belli olmayan karakterleri farklı ırk ve renklerde. Zira Saramagoda isimleri ve fiziki görünümleri belli olmayan karakterler kamera karşısında ete vücuda bürününce çeşitlilik kazanmış. Bu tabi ki yine mekan, zaman kavramının netleşememesi için yapılmış. Kitabın elektriğinin arttığı bazı yerlerin filmde yer almayacağını düşünmüş olmama rağmen, güce sahip körlerin kadınların rızasıyla onlara tecavüz ettiği sahnenin etkileyici olmasa da yer alması şaşırtıcıydı.

Bu kesinlikle okunması gereken bir kitap ve film de görsel olarak bunu destekliyor. Oyunculukların üst düzeyde olduğu, görüntü yönetiminin ustaca durduğu bir film. Belki bir şaheser değil ama her zaman hatırlanacak bir film.

Not: Yukarda Julian Moore göz doktorunun eşi olarak ambulansda. Eşinin tek gitmesine izin vermiyor karantinaya. Yardım edecek. Kızılhaç gibi yetişip insanlığı kurtaracak. Ya onu kim kurtaracak?

Not2: Filmin benim için bir önemi daha var. Altyazısını ben çevirmiştim. Çok iyi olmayabilir, ama çok isteyerek, keyifle yapmıştım.

8/10

  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP