Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ocak 2015

jin

the wall diye bir film var belçika yapımı. bence jin ile the wall çok benziyor.
the wall'da bir kadın uyanır ve dağ kasabasında görünmez bir duvar (cam duvar) içinde kaldığını fark eder. ne çıkabilir ne birilerine ulaşabilir. kedi köpek ve ineğiyle kırsalda yalnız bir hayata başlar. kapana kısılmıştır ve doğa anayla hayatını idame ettirir. filmin ana konusu daha çok doğadır.



jin'de de hikaye benzer ama jin'de hikaye siyasidir. jin pkk'dan ve devletin askerinden aynı anda kaçmaya çalışırken kapana sıkışır ve görünmez duvar nedeniyle baçtığı dağlardan izmire bile gidemez. jin de doğayla uzlaşıp hayatına devam etse de siyasi durum ve zorunlulukları nedeniyle hapsolduğu coğrafyadan kurtulamaz. bu filmde ise daha çok sıkışmışlık hissi gerçek nedenlere bağlıdır ve iyi olmanın hayatta kalmaya mutlu olmaya yetmediğini göstermiştir.

bence izlenilesi bir filmdir ve hikayesi nedeniyle oldukça cesurdur. belki de tarafsız şekilde bir gerillaya odaklandığı için de reha erdem'in en az ses getiren filmi olmuştur.

7/10

tek başına ele alınınca bu filmin değil ama reha erdem'in sıkıntısı bir tarzının olmayıp her filmde başka bir şey yapmasıdır. 3 filmini izleyip 4. filmine denk geldiğinizde onun filmi olup olmadığını bilememe ihtimaliniz yüksektir. Yani bu filmle Reha Erdem'in tarzı olamaz mı diye düşünmeye başladım açıkcası.

Pek Yakında

Cem Yılmaz Hokkabaz'a yaklaşmak istemiş ama olmamış. Yine de absürd ve kötü türk komedilerinden daha iyi.


Filmin aksayan çok yeri var. Gereksiz çok sahnesi. Güldüren az sahnesi var hatta. Ama çok şey beklemeye gerek yok. Öyle olunca da film ortalamalarda kalıyor. 4-5 kere güldümse de yetiyor bana. İzlemedyseniz zorunluluk değil ama tv'de falan denk gelnce izlenir.

6,5/10

Yozgat Blues

En iyi filmler listesine girmez ama Türk filimleri listesi olsa girer gibime geliyor.



Ercan Kesal'i hepimiz seviyoruz amafilm sadece onla yürümüyor. Gerçekten akan ve keyifle izlenen bir film.

İstanbuldan Yozgat'a gidip hafif batı müziği yapmaya çalışan ve ders verdiği dersanedeki kadın öğrencilerinden birini de yanında götüren kahramanımızın Yozgat'ın ayazında hayat mücadelesini görüyoruz.

Bence izlenesi bir film.

7/10

17 Eylül 2014

Tamam mıyız?

Yorumları okuyunca şaşkınlıkla döndüm tekrar açtım filmi; bahsedilenle izlediğim aynı film miydi diye ve maalesef aynı filmi izleyip bambaşka şeyler hissetmiş anlamışız. Tabi ki mümkün ama bu filmin ne hissettirdiğini falan geçiyorum: bu film kötü be hacı. Bayağa ie yaramaz. Hem de Çağan Irmak'a falan tamamen nötr biri olarak söylüyorum, filmi tek başına değerlendiriyorum.


Yani gay bi arkadaş ve sakat bir arkadaş toplumdan soyutlanmışlar (ya da toplum onları itmiş). Ötekiler yani. İkisi de ölmek istiyor. Biri içerek ve boşvererek diğeri başkası aracılığıyla. İkisi de beceremeyip mutluluğa kanat açıyor. Ne kadar duygusal ve güzel bir hikaye.

Ama bunların hepsi sıkıcılığı engellemiyor, üstelik ne ben ne hamile eşim ağlamadık bile (kriter addedenler var diye belirtiyorum)

08 Nisan 2013

Celal ile Ceren


İnciciler az bile yapmış panpa.

Filmin imdb notu 2.0  ve tüm zamanların en kötü listesinde. Sonuna kadar bunu hakediyor da.
Filmin orjinal bir konusu olmadığı gibi komik bile değil. Vasat bir filmde bile daha çok "tıslayarak" gülmüşümdür heralde.

Şahan'ın tv8 deki şovlarından bu kadar kalitesizleşerek uzaklaşmasına alışığız ama film yine de daha iyi olmalıydı. Zira  daha kötü olamazdı.

2/10

13 Mart 2012

Sen Kimsin

Kat'iyen izlenmemesi gereken bir film.
Yazacak başka bir şey de yok. Çok bile konuştum film hakkında.

05 Mayıs 2011

Kaybedenler Kulübü




"kaybedenler kulübüne üye olmak pahalı bir şey, önce sahip olacaksınız sonra sahip olduklarınızı kullanmaya devam edecek ama öte yandan loser takılacaksınız, mesele bundan ibaret." *






özelliğini çözemediğimiz bir aşkın sebepsiz giriş ve çıkışı olsun, televizyon dizisi tadında -radyo konuşmaları hariç- replikler olsun, teknik olarak vasatı aşamayışı olsun ve en son atilla dorsay'ın bu filme 4 yıldız verişi ile sevilmesini anlamadığım filmdir. illa kaybeden birilerini arıyorsak piçi okumak daha yerinde olacaktır.

15 Mart 2011

Prensesin Uykusu

oha. resmen kötü film.hayır nesine iyi diyeyim ki. (genco erkal'ı tenzih ederim. o ayrı)



ama klişeleri kıracam sanrısı içinde olup sürekli bunu sayıklayıp sonra da yapamamak ve bu sırada anlatacağını düşündürttüğü herşeyi pas geçen bir film yapmak nedir yani?

ne masallara boğdu bizi ki kaldırırdı film azıcık cesur olsalardı, ne özgün bir senaryo yarattı ne karakterlerin geçmişi hariç bize birşey verdi.
sevdiğim sahne düşünüyorum. o da yok. sevdiğim redd grubunun olduğu sahneler bile çok sıkıcıydı üstelik.

maalesef izlenmese olur filmlerden. ancak anneniz bana bir türk filmi koy deyince takarsınız dvdplayera. Malum anneler bilgisayardan izlemeyi sevmiyorlar.


5/10

ya neden bile bile kötü film izliyorum ki? neden?




10 Mart 2011

Eyyvah Eyyvah 2

Eline yüzüne bulaştırmadan.



valla ilki sonrasında beklentili izledim bu sefer ve yine güldüm. hele ki mantar yedikleri sahnede altıma kaçıracaktım.

gayet düzgün. eğlenceli. suyunu çıkarmayan cıvımayan bir film. ilki tadında basitleşme yoluna kaçmayan bir şekilde devam ediyor.

izlenir aga bu film. yemişim sanatını. güldüm mü güldüm. yeter.
azla yetinmek lazım. kasmayınca güzel oluyor.

7,5/10

17 Ocak 2011

Behzat Ç.

Sırıtma la !!



Sırıtyorsun değil mi bu cümleyi okurken. Bu ilk cümleye sırıtanlar bu diziyi izledi demektir çünkü. Sadece bu girişe bile sırıtıyorsanız diziyi seviyorsunuz demektir haberiniz olsun. Sırıtmayanlar ise diziyi bilmiyorlar demektir. Diziyi bilmeden sevmek zaten mümkün olamaz.





Öncelikle Behzat Ç.'nin uyarlandığı Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat kitaplarının tanıtımına Radikal Kitaptan bakalım : "Kızılay, Sakarya Caddesi, Ssk İşhanı, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Atakule, öğrenci evleri, emniyet, cinayet masası. Ankara'da, hayata kendine ait bir adalet anlayışı çerçevesinden bakan, "yeni müktesebatla" uyum sorunları yaşayan, lambur lumbur, "dişli" komiser Behzat Ç.'nin dünyaya bakışını sorgulatan bir cinayet işlenir... öğrenci alemine, başka alemlere, ama asıl polis alemine dikiz atan, bol entrika vaat eden soluk soluğa okunacak bir polisiye." Dizi kitapla birebir alakalı, ilintili.



Behzat Ç. kitaplardan aldığı güçle Türk televizyonlarında bir polisye dizi olarak fenomen olma yolunda hızlı adımlar atıyor. Behzat Ç. pek çok açıdan Türk dizisi normlarına uymuyor. Türk polisiyelerinin (Arka Sokaklar, Kanıt) İstanbul’dan çıktığı düşünülünce Behzat Ç. farkını, Ankara’da geçiyor olmasıyla yansıtıyor.



Şehrin Ankara olması ne fark eder ki? Nasıl olsa İstanbul’dan ekip kalkıp gidiyor diyebilirsiniz. Aslında ekibin veya oyuncunun transferi değil mesele. Farkı yaratan; Emrah Serbes'in kitaplarındaki başrol oyuncularının dizide de aynı olması. Emrah Serbes yaşadığı şehri iyi biliyor ve bu yüzden de derdi hikayeyle beraber Ankara’nın ruhunu yansıtmak. Zaten karakterleri anlatırken onlara yapıştırdığı ilk yaftası Ankaralı oluşları. Dizide Behzat'tan sonraki başrol oyuncusu oluyor Ankara. Asla unutmuyoruz hangi şehirde olduğumuzu. Diğer fark yaratan olgu ise herşeyin gerçek(çi) olması. Öyle ki, tek bir bölüm yetiyor içine girmek için. Behzat Ç ve ekibi cinayetleri hiç de CSI: New York gibi çözmüyor. Sorgu, dayak, küfürle hallediyorlar işlerini. Bunları yapanları da kahramanlaştırmıyor (antikahramanlaştırıyor desek daha doğru olacak) ama sempatimizi kazanıyor. Hem de bu soyadını bilmediğimiz bir karaktere duyulan sempati.



Ankarayı iyi kötü biliyoruz da Behzat Ç nasıl bir adam?



Behzat Ç. işini iyi yapan ama sosyal hayatla ilgili sıkıntıları olan bir adam. Sorunları olmuş, oluyor ve olacak gibi duruyor. Kızıyla alakalı ağır travmaları olan biri. Müzik dinlemeyen, kitap okumayan, herhangi bir siyasi görüşü olmayan ama yukarılarda kendisinin ilgilenmediği dostları olan biri. Televizyonda sadece aslan belgeseli izleyen, sigara ve alkol tüketen. Pavyona giden. Herkese rağmen Gençlerbirlini tutan. Ama hepsinden önemlisi "Ciddi" bir adam. En başta diziyi izlerken sırıtıyoruz demiştik oysa. Bukowski şöyle demiş zamanında: “Turgenyev çok ciddi bir yazardı ama beni güldürüyordu, çünkü bir gerçekle ilk karşılaşma, gülme duygusu uyandırıyor insanda. Başka birinin gerçeği sizin de gerçeğinizse ve o bunu sizin için dillendiriyorsa müthiştir."



Saçmasapan konuşma be!



Behzat Ç. Türkiyede çok örneği olmayan bir yol seçiyor kendisine. Her bölümde başka olay (cinayet) olmasına rağmen karakterlerini anlatıyor ve biz de cinayetlerden ziyade bu adamların hayatlarını izliyoruz. Cinayetler sadece bir ortam yaratıyor. House Md'ye benziyor bu yönüyle. Zaten dizi ona göndermesini de beyaz tahta üzerine davanın şablonunu oluşturacak isimler yazarak yapıyor. Başka esere gönderme yapılması Türk dizilerinde sık rastlamadığımız bir şey. Sırıtmamıza sebep olan detaylardan biri. Karakterler demiştik; Behzat'ın ekibindeki bazı karakterlerin havada kalacağı belli. Belki senaryo aşamasında zenginleştirilirler. Ama Harun, Akbaba ve Hayalet acımasızca geçmişlerine kadar didikleniyor. Hayatları tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. Sempatik olsalar da cahillik sınırlarında gezinmeleri, dandun hayat tarzları, iyi yanları kadar aileleri, karanlık yanları da ortaya çıkıyor. Bu kötü yan genelde uyguladıkları ve beis görmedikleri şiddetle alakalı oluyor.



Ingebor Bachman: “faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar..." demişti. Behzat Ç. öncelikle insan odaklı bakıyor herşeye. İnsanın tutumumlarıyla değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. Bu nedenl karşılaştığı en büyük eleştiriler; uyguladığı kişisel sert yöntemlerle (dayak, şiddet, mahkeme kararı olmadan yaptığı uygulamalar) yaptıklarının polise yüklenmemesi ve diğer polislerin de bir süre sonra onun gibi sert olacağı. Ama dizi bunun böyle olmadığını her geçen bölümde gösteriyor. Hele ki 10. bölümünde tavan yaparak sırf kendi adamlarını yerleştirmek için bir insanı öldüren emniyet teşkilatının içindeki yozlaşmayı göstererek tokatını atıyor. Kendi faşizmini(kişisel olanı) maruz görürken adil olmayan ötekine cevabı oldukça sert oluyor.



Not: "Ana karakterin ismi Ece Ayhan'a dolaylı bir saygı duruşudur... Ece Ayhan'ın babasının ismi Behzat Çağlar'dır" buyurmuş Murat Uyurkulak.



Not 2 : 15.Bölümde “Ahmet Kaya’nın da masum olduğu 10 yıl sonra ispatlandı. Medya böyledir” minvalindeki Şule cümlesi basına sert bir tokattır belki ama en önemlisi Ahmet Kaya’ya bir saygı duruşudur.



Not 3: Yazı geçiktikçe eklemeler geliyor. Son bölümde Hrant Dink cinayetine, sürecine, kişilere ağır giydirdi. Bir daha düşünün bu dizi polisi sempatikleştiriyor diyenler. İyi düşünün.



23 Aralık 2010

Kara Köpekler Havlarken

kara köpekler havlarken birileri voliyi vuruyor mu ne?



çok mahalle filmi. gerçeğe yakın karakterler falan. fantastik bir iş çalma girişimi.

sarmayan bir film. sinirler gergin. erkan can klasik. köpekler kara. arkadaşlar aptal.
silahlar belde. polis heryerde. aşıklar aynı. kaçıklar farklı. filmler anlamsız. izlemesi sıkıcı.
olmasa da olurlu. haydi kalın sağlıcakla.

09 Aralık 2010

Av Mevsimi

Ortalama bir polisiye filmi. Tek farkı türk yapımı. Çok şey beklememk lazım heralde polisiyelerden. Ya da Türklerden.



neyse yavuz turgul türkiyenin cloude chabrol'üdür. ama bu bir övgü değil ne yazıkki. her filminde aynı karakter var ve maalesef hepsi de şener şen. erdemli. uyumlu. hoşgörülü. anlayışlı. yeri geldi mi sert. yeri geldi mi fevri. ülkenin farklı yerlerini bilen herkesi seven kişi her filminde başrolde maalesef. artık bu karakter bile yeterince sıkıcı olmaya başlamışken derinliği ve meraklandırma etkisi az olan bir senaryoyla gelmesi gerçek bir hayal kırıklığı.

benim takıldığım şey ise bu kadar uzun bir filmden beklenmeyecek şekilde karakterlerin havada kalması. yuh diyenler var eminim. ne anlatılan özellikleri kullanılıyor ne de pek çok konu aydınlatılıyor. karakterler bence anlatılsa bile bize eylemlerle dönmüyorlar. bu da sıkıcı oluyor. (idris belki biraz. son sahnesinde)

iyi bir gişe filmi.
ama burdan yola çıkarak şu denebilir : gişe filmi. eli yüzü düzgün. ağır aksak ilerleyen ama beklentileri asla karşılamayan bir film.

komik ayrıca. gayet güldürüyor. bence bu hikaye için fazla bile.
seyircinin gülmeye odaklanması tabi cem yılmazdan ama adam ölürken bile gülmek nedir. küçük eleştiri yazarım. ufak şeylere takılırım.

06 Aralık 2010

Karanlıktakiler


bağımsız filmlerin de formülleri vardır. ve çağan ırmak gerçek bir formül avcısıdır.

kitapta yazanları alır, formülüze eder ve film yaratır. o yüzden de tüm filmleri için : eli yüzü düzgün diyebilirsiniz. En aykırı filminin Ulak olması da bundan ama. Formülleri bırakıp çok sevdiği İhsan Oktay Anar'ın kitaplarından esinlenerek yazılan senaryoyla bırakmış oldu bu seferlik.

Ama çağan ırmak Karanlıktakilerle bu sefer minimal bir öykü anlatmak derdinde. Bir anne ve onun oğlunun hikayesi. Evden çıkmayan bir anne (delilik sınırlarında) ve onun sosyalleşme problemleri olan oğlu. Hikaye sıkışmışlık ve çaresizlik üzerine. Çözüm aslında basit ama uzak. Yolu bilmeyene her yer uzak zaten.

Neyse filmi tv'de izledim. Çok sevdiğim için de kapatmadım. (Filmi değil. televizyonda film izlemeyi sevdiğim için). Sanırım televizyon filmi deneiblir bunun için. Belki etkilendim 55 ekran shov marka televizyonumdan ama olsun. Çok derin değil. Basit (ki severim). Simgeleri göze sokan ortalama bir film. İzlememek hiçbirşey kaybettirmez. Anladın sen!?

19 Ekim 2010

Bornova Bornova

Bornova değil insanlarının hikayesi.



Bu filmi salt bornovaya mal etmek sanırım doğru değil. Zira bir iki kare hariç fiziki olarak bornovadan birşey yok. Ama film içindeki karakterler oldukça sağlıklı şekilde izmirliler. Bornovalılar.

Kimler vardı filmde?
Altay altyapısındayken sakatlanan ve askerden gelip taksici olmaya çalışan, bir kıza takılan izmirli bebesi.
Onun aşık olduğu izmirli kız. Afişte. Korkulur. Şeytan bakışlı. Nasıl da zengin piçi fakir kız draması yaptı ama. Fallik.
Onun serseri, ot satıcı motosiklet tamirlerine bakan biladeri.
Bunların takıldığı bakkal. Arada ayar verse de bunlardan kurtulamayan.
Bir bok olmadığı halde ayar üstüne ayar veren taksinin sahibi. İş verecek hesapta. Abi.
Hiç bir iş yapmayan sosyalist bir sinemacı. Belgesel çekme derdinde. Ama Konuşmaktan ötesini yapmıyor. Dergilere cinsel fantaziler yazıp para kazanıyor. Mahallenin abisi.
Bunun eşi. Aldırmıyor adama hiç. Vazgeçmiş gibi bir hali var yani. İşine gidip gelen bakımlı.

Film mekanı değil karakterleriyle farklı izmirlileri gösteriyor. Gerçekten bunların hepsi var burada. Filmi iyi yapan şey de bu zaten. Kızlarından korkacaksın mesela. 3.sayfa haberlerinde pekçok cinayet var. Böyle ot satan adamlar var. Kanka tribi ama adamı uyuz edip faydalan yalan üstüne yalan sıkan bir model.

İzmir var. Sosyalist. Ama hareket geçmeyen, lafta. Saf. Bir kız için delirecek ona inanacak kadar. Serseri. Düzgün aileden asi olacak kadar. Güvenilmez. Kızlarna güvenilmeyeceğini herkes biliyor.

Neyse. İzmir insanı var filmde. Hikaye ya da görüntü ön planda değil. Oyunculuklar iyi. Ama senaryo ve filmin geneli için bunu söylemek zor.

Sevdin mi derseniz? Yok. Sevmedin mi? Yok, öyle de değil. 6 falan vereyim. Hakkı bu. İyi niyetli ama sinematik ögelerden yararlanmadan sinema yapmak için yaratıcı olmak gerek. Bu oldukça sade olmuş.

6/10


not: antalyada büyük ödülü kosmıs ile paylaşmış. İşte bunu yadırgarım. Sinema dilleri bambaşka da olsa Kosmos çoğu açıdan bu filmden iyiydi.
not2 : Öner Erkan en iyi erkek oyuncu ödülünü haketmiştir. PEk de hak etmiştir hem de.

23 Eylül 2010

Eyvah Eyvah

Önyargı yıktıranlardan biridir bu film benim için.






Evet sevgili okur (ne zmandır size böyle seslenmiyorum değil mi sevgili okur) yukardaki doğru. Ben bu filme inanılmaz bir önyargıyla yaklaşıyordum. Sinema seven biri olarak nasıl böyle yaparsın dediğinizi duyar gibiyim (ama bak aranızda bir ikisi de ben de öyle düşünüyorum diyor hala). Ama ben bu demet denen kadına çok feci uyuzum. Sebebi de hep abartılı oyunculuklarıyla gerçekçiliğe uzak olması ve bok varmış ve bir işe yaramış gibi estetik olması. Sanane lan diyenlere? Benim düşündüğümden sanane lan deme çirkinliğini gösteririm. Böyleyim ben. Sevmediğim şeyleri size detaylı anlatmak zorunda mıyım sevgili okur? Demek size hitap ediyorsam zorundayım öyle mi? İyi madem bu seferlik anlatmamaı hoş görün ama.

İşte bu önyargılarla ve kalitesiz türk komedileri sebebiyle önyargılıydım ki gece uyku tutmayınca izleyeyim ya dedim. Açtım. Gerkeeni yaptım. Evde baktım. Hafızaya atttım. Beyin bedeva sevgili okur. Geldim anlatıyorum.

Güzel filmmiş. İzleniyor. Sıkmıyor. Yok artk demiyorsun. Ata Demirer gayet iyi yazmış ve oynamış. Samimi iyi bir film. ailecek falan da izlenir hem. Ne güzel.

7/10

29 Temmuz 2010

Geceye Övgü


Gece, düzen güçleri uykudadır. Bürokrasi, askeriye, okullar, polis, kısacası yaşamımız düzenleyen tüm güçler uykudadır; sokakta devriye gezen nöbetçi polis dışında. Askerler de hepimizden önce yatağa girerler. Dünyanın bu en baskıcı kurumunun mensupları, en erken yatanlardır aynı zamanda. Aslında tüm totaliter kurumlarda, daha doğrusu tüm kurumlarda - tüm kurumlar totaliter değil midir zaten? - insan her zaman erken yatmak zorundadır-yatılı okullarda, manastırlarda, ailede, cezaevlerinde, hastahanelerde... Kişinin istediği saatte yatma hakkını destekleyen, bu özgürlüğe onay veren hiçbir kurum tanımıyorum. Aşk(?) üzerine kurulu olan ve iki kişinin özgür iradesiyle gerçekleşen evlilik kurumunda bile, çiftler yatağa aynı saatte girmezlerse, bir daha geç yatar, geceyi daha fazla yaşarsa, sorunlar çıkmakta geçikmez. Kurum her zaman "geç" yatanı suçlar, erken yatanı değil. Avrupa feodal toplumunda tüm kent sakinleri mumlarını aynı saatte söndürmek zorundaydılar; bayramlar dışında. Düzen ve baskı güçlerinin doğal yapısı, her zaman belirli bir uyku saatini zorunlu kılar. Bu belirli saatin erken bir saat olması da yine onların doğal yapısından kaynaklanır.




Tarih boyunca bize, tüm kültürlerde, karanlığın kötü güçlerle ilişkili olduğu öğretildi. Gece insanlarından, geceyi yaşayan, gecede yaşayan insanlardan korkmamız gerektiği anlatıldı. Oysa gündüz ve gece kişileri aslında aynı kişiler. Gün ışığı içimizdeki teslimiyetçiliği ortaya çıkarır, ama geceleri kendimizi özgür hissederiz. Düzen güçleri bizi, geceden, özgürlükten kaçınmaya koşullandırmışlardır.


Kurumlar ister din, ister aile, ister devlet kurumları olsun, gece insanlarına korkuyla bakarlar. Karanlıkla birlikte uyrukların denetlenmesi zorlaşır. Gece insanlarına her zaman kuşkuyla bakılır. O saatlerde ayakta olan hiç kimse hayırlı bir iş peşinde olamaz. Gündüzleri egemenliğini sürdüren kurulu düzen güçleri, varlıklarını ve baskılarını gece düşmanları bahanesiyle haklı çıkarırlar; belirsiz, soyut kavramlarla öcüymüş gibi söz edilen bu düşmanları biz hiç görmesek de.
Yöneticiler de bize hep gündüz gözüyle gösterilirler, hep gündüzlerin bir parçası olarak görünürler bize. Bir başkan, bir papaz yada bir general, doğanın güzelliği içinde, arkasında parlayan bir güneşle canlandırılabilir, ama gecenin karanlık fonu önünde asla.


Gündüz, ilerleme gibi görünen tekdüze bir süreçtir. Sabahın parlak ışıkları akşam karanlığına dönüşürken, bize bir gelişme olduğu hissini verir- belli bir yönde ilerliyormuşuz gibi bir duygu. Zamanın yapay göreceliği üzerine nadiren durup düşünürüz. Her Allahın günü, aydınlığın karanlığa doğru akışı bizi önüne katıp koşturur. Ama gün boyunca, ister sabah on, ister öğlen üç olsun, hepimiz, gündelik düzenin, düzen güçlerinin köleleriyiz. Bizi ayakta tutan, zamanın geçmesi ve gecenin sunduğu kurtuluş umududur. Çünkü, sonunda gece olacağını ve - gündüzle kıyaslarsak - dilediğimiz gibi davranma fırsatınıa kavuşacağımızı biliriz.


Kitaplar gece okunur. Sinema, tiyatro ve müzik gösterileri gece olur. Gece sarhoş oluruz, gece kumar oynarız.
Her şeyden arınmış çıplak vücut geceye aittir. Vücutlar gece birbirine değer, bir araya gelir. Gün boyunca üniversitelerde bilimsel inceleme konusu olarak ele alınan, akşam üzeri dost toplantılarında sohbet konusu edilen şeyler, sonunda gecenin karanlığı içinde, gizlice yaşanır. Çıplaklık geceye özgüdür, gündüze değil. - Bunun tersi, yani var olmanın doğal gereği, yani güneşin altında çıplaklık, ancak baskının sona ermesiyle gerçekleşebilir.


-Geceleri aşık olur, birbirimize aşkımızı geceleri ilan ederiz. Gündüzler bizi mantığımızı kullanmaya, kendi hapishanemize kapanmaya zorlar. Gün boyunca baskı güçleri, aşkın özgürlüğüne karşı savaşır. Ama geceler bizi yeniden aşık eder, bize " seni seviyorum" dedirtir. Gündüzleri söylenen "seni seviyorum"lar geceye gönderme yapar.

İş günü süresince tutsak olduğumuz gerçeğini o kadar kabullenmişizdir ki, onun dışındaki saatlerden "serbest zamanımız" diye söz ederiz. Serbest saatlerin tam tersi, hemen hepimizin işte olduğu gündüzlerdir.


Savaşlar genellikle şafak sökerken başlar. Devlet gün boyunca öldürür, infazları gerçekleştirir. Gün boyunca hayatta kalmaya, geceleri ise yaşamaya çalışırız. Gün boyunca elektrik faturalarımızı öder, arabamızı tamire götürür, alışverişe çıkar, doktora görünür, ya sevmediğimiz bir işe gider ya da gereksindiğimiz, ama sevmediğimiz bir iş ararız.


Gün boyunca tüm görevlerimizde düzene tabi tutuluruz. Tuvalete gitmenin bile kesin sınırlamaları ve kuralları vardır. İşyerinde, okulda, askerde... insan istediği sıklıkta tuvalete gidemez ve orada istediği kadar kalamaz. Tuvalete istediğimiz zaman gidemediğimiz gibi, kaç kez uvalete gittiğimizin ve orada ne kadar kaldığımızın bile hesabı tutulabilir. Ayrıca insan, kurumun öngördüğü zamanlar dışında tuvalete gitmek isterse, bunun için izin alması gerekir. Gün boyunca istediğimiz gibi tuvalete gitme özgürlüğüne bile sahip değiliz, çünkü gündüzler bize ait değil.


Gün boyunca insanların birbiriyle gireceği ilişkiler düzene sokulmuştur. Okullarda gençler, sırf aynı yaşta oldukları için yıllar yılı aynı kişilerle aynı sınıflarda oturmak zorundadırlar. Sekiz yaşındakiler altı numaralı sınıfa, on yaşındakiler onbeş numaralı sınıfa..vb. O sınıflarda bile değişmez bir oturma düzeni sağlanmıştır. Ancak okul günü bitip akşam olduğunda, insan, dilediği kişiyle birlikte olma şansına sahip olur. Askerseniz günün büyük bölümünü sizinle yaklaşık aynı boyda olanlarla geçirmek zorundasınız demektir. 1.65 boyundaki bir kişinin, 1.95 boyundaki arkadaşıyla bir araya gelmesi, ancak akşamları ve geceleri mümkün olabilir...


Sosyal sınıfların katı kuralları ancak gece bozulur. İşçiler burjuvaların sokaklarında dolanırlar. Burjuvalar, işçi mahallelerindeki lokantalara giderler, fahişeler, papazlar, öğrenciler, askerler, ev kadınları, doktorlar ve yabancılar, hepsi aynı sokakta gezinirler, bakınırlar, birbirleriyle konuşurlar, hatta belki de sonunda sevişirler.


Geceleri dünya, birbiriyle haşır neşir olmuş, özgür, meraklı insanların ruhuyla canlanır. Gündüzleri kaçındığımız şeyler, gece çekicilik kazanır. Gündüzlerin "rasyonel" insanı, "zevk-ü sefa peşinde koşan" insanla yer değiştirir geceleri.


Ezme eyleminin kendi özgürlüklerini de kısıtlamasına rağmen, ezenler bile geceleri daha fazla özgürlüğe sahiptirler. Kurulu düzenin yöneticilieri, generaller ve krallar, şirket ve ülke başkanları, "şöhret ve servet" sahipleri de geceyi yaşarlar. Totaliter kurumlar uykudayken, uykuya yatırılmışken, onlarda yaşama özgürlüğüne kavuşurlar. Çocuklarını yatağa yatıran anne-babalar gibi, onlar da artık, her türlü seromoni ve sansürden arınmış olarak, maskesiz yüzlerini gösterme özgürlüğüne sahiptirler.

Gece vakti, gunduzn telasindan, hayhuyundan eser kalmaz. Az cok huzura kavusmusuzdur. Soyle bi on saat kadar, bizden istenen, beklenen bir sey olmayacaktir. Yiyecegimizi secmekle veya yaratmakla ise baslariz. Gunduzleri yiyip ictiklerimiz, cogumuz icin kurumsallastirilmistir. Halbuki geceleri, hem ne yiyecegimiz konusunda daha cok secenegimiz vardir hem de onu diledigimiz gibi hazirlamakta ozguruzdur. Ayrica yemegimizi de alalaceye yemek zorunda da degilizdir. Fast food dedikleri sey, gunduze egemen olan baskici guclere aittir. Gunduzlerin fast food yiyicileri olan bizler, bizi yoneten megamekanizmanin parcalariyiz. Oysa geceleri, kendi besinimizin hazirlayicilari olarak, zaman ve mekani gonlumuzce duzenleriz.


Gün ışığı bir tuzaktır. Işık bizi kör eder. Ama geceleri, gözlerimiz fal taşı gibi açılır. Geceleri, tüm öteki duyularımız da daha duyarlıdır, çünkü düzen güçleri o saatlerde makinelerini kapatmış olurlar. Gece olunca sessizliği dinler, karanlığa nüfuz eder, hem bedenlerimizin hem de hayal gücümüzün dizginlerini koyveririz.


Gün boyunca duyularımız tutsak etmeye çalışan sayısız mesajın tüketicisi olmaktan çıkarız geceleri. Baskıcı megamekanizmanın aralıksız vızıltısı durmuştur şimdi. Enerjinin kaynağı artık içimizdedir. Gece, insan zihninin çalışması için bir zemin oluşturur. Gün boyunca dikkatimizi, ışığın, renklerin, devinimin hizmetine sunarız. Neye dikkat edeceğimizi belirleyen, düzen güçleridir. Yeşil ve kırmızı ışıklar, karşıdan karşıya nasıl geçeceğimizi bile düzene koyar. Gündüzleri biz, yaşamın büyüsünün, kelebeğin karmaşık renk ve biçim dokusunun gözlemcileriyiz olsa olsa. Gün boyunca dikkatimizi gözlemin hizmetine sokarız. Gündüzleri uydusuyuzdur dışımızda olup bitenin.


Gündüz Vassaf
Cehenneme Övgü



Not: Bu kitabı okurken annem adından korkup bana bişey yaparlar diye dışını gazeteyle kaplamıştı. Edebiyat öğretmeniydi lan kadın.



not:http://gueneslipazartesiler.blogspot.com/2010/07/geceye-ovgu.html yazıya istinaden üstteki deneme hatırlanmış ve buraya konulmuştur.

25 Temmuz 2010

Anadolunun Kayıp Şarkıları

Nezih Ünen güzel bir şey yapmış.
Anadoluda unutulan belki de hiç bilinmeyen şarkıları gezerek keşfetmiş ve üstüne istanbulda bazı eklemel yaparak zenginleştirmiş. Sonra da insanlığa sunmuş.

Özel bir çalışma bu ve emek verilmiş. Kıymetli olması birz da bundan. Yıllara gezdikleri yerlerde yerel dillerde olan şarkılar da dahil olmk üzere çok çok güzel kayıtlar yapmışlar. Ve tam zamanında sıkmadan sonlndırmışlar. Tadı damaklarda kalıyor böylece.

Gidip orjinal katıdını edinin. Bu güzel adamların daha iyi işler yapmasını sağlayın.



09 Haziran 2010

Romantik Komedi

Kesinlikle izlenmemesi gereken filmler serisi - 1


Kızlar itici. Hikaye vasat. Yönetmen, neyse bişey demiyorum. Ben aptal. Bunu izlediğime göre kesin aptalım.

4/10


04 Haziran 2010

Yahşi Batı

Filmde en çok güldüğüm sahne bu sanırım.

Açıp açıp gülüyorum.


çok iyi film değil. kola ürün yerleştirmesi sıkıyor. türkün yabancı ortamdaki komikliği sıkmak üzere. ama cem yılmaz zekasını sergiliyor. yani kötü film parlak zeka. elde çok bişey yok. ama sıkılmadan izleniyor. fazlası yok.

ama sahne komik değil mi allaşkına?

6,5/10

06 Mayıs 2010

Kosmos

Sinemadan çıkan insan kalabalığa karışınca 10 dakika sonra normale dönmedi bu sefer.



Türler üstü, gerçek üstü, türk sineması üstü bir şey var. Ne olduğunu bilemediğim.
Görüyorum. Duyoyorum. anlatamıyorum.

Reha Erdem ne yapıyor nasıl yapıyor bilmiyorum. Ama yapsın. O yapsın, söz ben izleyecem. Düşündürttüğü için ve anlık tükettirmediği için seviyorum bu adamı.

Film hakkında çok şey var aklımda. Hepsi saçma diye korkuyorum. Anlamsız bir sürü şey var kafada yarattığı. Sesler zaten bambaşka.

İzlemeyin.
Ha zaten izlemiyordunuz değil mi?
Uzun yürüyüş olan filmleri sevmiyordunuz.

  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP