Cannes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cannes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ekim 2012

Amour

"2 saat dayak atsalar bu kadar yorulmazdım" dedi salondan çıkarken biri. 
Kimse aşkın kolay ve zahmetsiz olduğunu söylemedi zaten, hele ki 50 yıldır yaşıyorsanız.



Amour sadece hanekeden beklenebilecek filmlerden biri. Sade. O kadar sadeki sıkıcı. Hayatın içinden olduğu o kadar belli ki hiç yadırgamadan sıkılıyoruz. Bu filmin sıkıcılığı değil; filmin etkisiyle içimizin sıkılması durumu. Bilinçli olarak yapılan bir şey. Zaten o nedenle filmden çıkınca dayak yemiş gibi oluyoruz. 

50 yıldır evli olan Georges ve Anne, Anne'nin rahatsızlığıyla rutininden çıkar ve bir anda fedakarlıklar ve sıkıntılar yumağına dönüşür(gerçi bunu biz böyle yorumluyoruz. zira aşık olan çift asla bu şekilde düşünmüyor). Georges ne olursa olsun Anne'yi bırakmaz ve her ihtiyacına koşmaya çalışırken Anne bu yük altında huzursuzdur. Bu cümleler de olabilecek en düz kaba olanlardır bu filmi anlatabilecek heralde. 

Filmde hayattan gerçek bir kesit görüyoruz. Haneke hiç bir sürprize izin vermiyor. Mevcut dönem ilişkilerinin şeklini eleştrirken sadece durum tespiti yapıyor. Yorum katmıyor. Zaten bir yönetmenin bir film yaparken yorum katmıyormuş gibi görünerek bu kadar reel bir şey gerçekleştirmesi şaşkınlık verici. 

--------------spoiler-----------------
George anlattığı hikayede  sıkılınca yıldız çizmesi öğütlendiği için defalarca yıldız çizdiğini anlatıp Anne'yi de defalarca tekrar takrar "maa" derken öldürmesi sahnesi çok özeldi.
--------------spoiler-----------------

Haneke Cannes'da büyük aldığı White Ribbon'dan 2 yıl sonra yine aynı ödülü alacak bir istikrara sahip. Bu bile ona hayran olmak için bir sebep. 

8/10


19 Şubat 2012

The Kid With A Bike

Filmin sakinliği "sonunda" sizi de etkisi altına alıyor.



Apo filmi başlayırken biraz sıkılacağımı düşünmüştüm ne yalan söyleyeyim. Her ne kadar her filmiyle bu önyargımı kırsalarda Dardenne kardeşler biraz korkutmuyor değil (Rosetta). 

Ama Bisikletli Çocuk beni gerçekten etkiledi. 
Yetimhanede kalan ve babasının ziyaretlerine gelmemesi ve bisikletini getirmemesiyle onu aramaya çalışan cyril'in hikayesi bu. Cyril asi, isyankar ve laf dinlemez. Ama Cyril çok iyi çocuk. Bu serüvende ona Samantha eşlik ediyor ve ikili olmaz bir birliktelik yaşıyorlar  (Milliyet gazetesinin olayı meraklandırmak için çarpıttığı cümlelere benzedi. Kalsın)

Dardenne'lerin görüntü ve oyuncu yönetimleri üst düzey. Ama dikkat çeken hikayeyi bu kadar sadeyken sıkıcı kılmamaları. Hep akıp giden bir film (zaten uzun da değil 87 dakika) ve her sahnesinde bir tema mesaj. Ama yedirilmiş yormayan. Cyril'in tüm olaylar karşısındaki tepkileri gerçekçi. 

Filmi herkes sevmeyecek ama biraz sabırlı yapınız varsa bayılacaksınız. Tek bir sahnesi için bile izlenir. İzleyince anlayacaksınız. 

Merhaba bu arada. 

10 Nisan 2011

Kaboom

Gregg Araki eşcinsel ergen filmi yapmaktan vazgeçecek mi?



Valla konuyu bağlamak güç. Biseksüel smith bir gece bir cinayet gördüğünü sanar ve yanına mistik güçleri olan bir kızla başı belada olan stellayı da alıp olayları çözmeye çalışır.


Amma herşey ilişkiler kadar karöaşıktır. Her ne kadar filmdeki London karakteri tersini söylese de film sonlarda açılıp basitleşiyor. Burda ucuzlaşıp dandikleşiyoru kastediyorum tabi.


Tek artısı filmin gerilim dozunun iyi olması. bence araki farklı konulara el atsa iyi olacak artık. Patlayan bir dünya görmek çok da güzel değil


6/10


28 Temmuz 2010

Carlos

theodore john kaczynski solculukla ilgili şöyle demişti manifestosunda: Çağdaş solculuğun temelinde yatan iki eğilime "aşağılık duygusu" ve "aşırı toplumsallaşma" adını veriyoruz. Aşağılık duygusu, çağdaş solculuğun bütününde görülen bir özellikse de, aşırı toplumsallaşma çağdaş solculuğun yalnızca belirli bir kesiminde görülen bir özelliktir; ancak bu kesim oldukça etkilidir.



Carlos bu tanım yazılmadan çok önce eylemlerde bulunmuş bir aktivistti. Peki peki. Teröristti. Yani çağdaş bir solcu değildi. Eyleme geçilmesi gerektiğini düşünenve aynı zamanda eyleme geçme cesaretine sahip olanlardandı. Türkiye örneklerini hepimiz hatırlıyoruz.

Neler yapmıştı Çakal Carlos da bu kadar ünlenmişti. Fransa'da 3 polisi öldürmek ve Viyana'dan OPEC bakanlarını kaçırmak en ön planda olanları. Ama Carlos'u ünlü yapan şeyler, hakındaki dedikodulardı biraz da sanırım. CIA bağlantısı (var mı), Kaddafiyle ilgili gizli sır nedir, hangi eylemleri direk yönetti gibi bir çok soru var gerçekten bilinmeyen. bu bilinmezlik ve yaptığı eylemlerin büyüklüğü onu ilk pop ikonu terörist yapıyor da denileiblir.


Ama neden yapıyor bunları? Kimdir Carlos?
Venezuella doğumlu. Lenin fanatiği bir babanın oğlu. Babanın hayatta inanadığı tek şey belki de bu. Annesiyle Londra'da büyüyor. Moskovada ekonomi eğitimi alıyor (sistemi beğenmeyip ayrılıyor) ve Fransada yaşıyor. Belli dönemlerde Ürdünde Yemende Filistin Kurtuluş Örgütünin kamplarında eğitim alıyor. Bunların sonrasında şehir değiştirir gibi ülke değiştirip her yere gidip örgütlenip eylemleri organize ediyor. Suriyede KGB ile görüşüyüor. Macaristanda polise ateş edip kılını kıpırdatmıyor. İslamı kabul edip, islami terör örgütleriyle birlikte hareket ediyor.

Yani gerçekten uluslararası bir kimliği var. Bir sürü dil biliyor. Farklı coğrafyların kattığı şeyleri asi bünyesinde zenginleştirip kendi kendini etkili bir islah haline getiriyor. Hala bir terörist bu arada. Hem de terörü meşrulaştırmaya çalışan biri. Ama ona terörist deyip, İslamın vahşi olduğunu söyleyenlere şöyle diyor : iran'daki idam cezalarının görüntüleri sürekli cnn'de gösteriliyor, ama hiç kimse oradaki idam sayısıyla abd'yi karşılaştırmıyor. Carlos büyük emperyalist devletlere karşı ezileni destekliyor. İslam'ın ise bu mücadelede birleştirici gücü olduğunu savurnuyor.



Şimdi böyle bir adamın filmini çekmek oldukça zor. Belgesel mi kurmaca mı yapılacağı ise büyük sorun. Olivier Assayas'ın Ilich Ramirez Sanchez'i anlatışı daha çok belgesel niteliğinde. Çekim tekniği kamera bu şekilde değilse de kurgusal ilerleyişi ve olaylara yaklaşımı bu şekilde.

Zor bir deneme. Başırılı demek daha doğru olacaktır. Ama düşününce gerçekten bir teröristin hayatını bu şekilde anlatmak kime göre iyi, kime göre kötü veya başarılıdır bilemiyorum. Belgesel niteliği taşımasına rağmen assayas son kareler hariç gerçek görüntü kullanmaması, kişilerin gerçek yüzlerini saklaması ve kamerasıyla gerçek üstü bir hikaye anlatıyor gibi durması, arada "lan bunların hepsi gerçek he mi?" dedirtiyor . Sanırım bunu yapmasındaki en önemli unsur Carlos'un hayatının ve yaptıklarının akla sığmayacak düzeyde olması. O gerçek bir sistem karşıtı. Aklımızın alamayacağı bir aşık. Dünyaca ünlü bir terörist, acımasız bir katil belki de. Davadan asla vazgeçmeyen bir deli.

Dünya insanlarının filistin kurtuluş örgütü ile sadece onların değil tüm dünyanın eşit hakları için mücadelesine tanık olmak için iyi. Ders niteliğinde izlenebilicek bir film. Aslında mini seri olarak geçiyor, film olarak değil. Zira 110 dakikalık 3 filmden oluşmakta. Prodüksiyon üst düzey. Yapım çok çok başarılı.

Carlos'u tarafsız anlatmaya çalışıyor zaaflarını ve yanlışlarını da gösteriyor. Kadınlarını anlatıyor. Belki biraz onların üzerine bile düşüyor. Ama yine de adama hayran kalmamak mümkün değil.

Bunu sevenler ayrıca bu filmde de bahsi geçen der baader meinhof komplexu da severler.
Yaşasın devrim!!!

9/10

Ilich Ramirez Sanchez : benim burada yapmaya çalıştığım şey ''terör'' olgusuna karşı sığ bakmanın önüne geçmeye çalışmaktı. amerika'daki yaşayan bir çok insanın buna bakışlarının çok da geniş olmadığını düşünüyorum, hak da veriyorum. ama gerçekten ciddi haksızlıklarda yapılıyor ve çoğu zaman insanların bunları durdurmaya gücü yetemeyebiliyor. o zaman seslerini başka yollardan duyurmak zorunda kalıyorlar. şiddet belki en son çaredir, belki her durumda kınanması gerekir ama şu açık ki her şeyden önce bir çaredir, bir yoldur. amaç şiddetten önce diğer seçenekleri bitirmektir, buna da tamam ama terör ve şiddetin de -belki haksız da olsa- bir nedeni olduğu unutulmamalı. kör bir hümanizmle değil daha akılcı düşünmeliyiz, hiç kimse masum insanların ölmesini istemez. terörist insanlar doğuştan öyle doğmamışlardır. onları öyle yapan şartların yahut düşünce biçiminin üzerine gidilmesi gerekir evvela. ve en önemlisi de... herkes aslında barış istiyor. inanın usame bin laden de barış istiyor, bush da barış istiyor, amerikan halkı da, çakal carlos da barış istiyor

3 sorum var.
1- Biz barış istiyor muyuz?
2- Biz böyle bir film çekebilir miyiz?
3- Siz izler misiniz? (terörist nasıl olsa. Neden bunları yaptığını görmeyi kaldıraiblir misiniz?)

25 Mayıs 2010

Le voyage du ballon rouge



Herşey bir resim ile başladı ve onla açığa kavuştu.

Öğretmenin çocuklara yorumlattı resimdi hayatta iyi ve kötünün olduğu, yukardan izleyen birinin varlığı ve savrulup giden balon (yaşam).

Fazlasıyla sanatsal imgeler ve bir durum hikayesi. 1950'lerde çekilen aynı isimli kısa filmden esinlenerek yaratılmış klasik bir fransız filmi. Bence leziz. Sevmeyen de hiç sevmez gibi. Ama sinemanın sanat olduğunu ve sanatın evrensel olduğunu hatırlamak için önemli.

24 Mayıs 2010

Cannes 2010



Palme d'Or - Uncle Boonme Who Can Recall His Past Lives
Grand Prix - Of Gods and Men
En iyi Kadın Oyuncu - Juliette Binoche
En İyi Erkek Oyuncu - Javier Bardem
En İyi Yönetmen - Mathieu Amalric "On Tour"
En İyi Senaryo - Lee Chang-dong "Poetry"
Camera d'Or - Michael Rowe "Leap Year"

25 Mart 2010

Haberler



1 - Keira Knightley, Eric Bana and Richard Gere yazın çekimlerine başlanacak olan Noah Baumbach yönetmenliğindeki "The Emperor's Children"da rol alacaklar. Film Claire Messud'un aynı isimli kitabından uyarlama olacak.

2 - Noah Baumbach ile greenberg'de çalışan Ben stiller bir sonraki projesini belirlemiş. Cameron Crowe'un yöneteceği Benjamin Mee otobiyoğrafisi olan "We Bought a Zoo" kitap uyarlamasında oynayacak. Anlaşılan bağımsız karakterler canlandrımak istiyor artık. Hayırlısı diyorum.

3 - AC/DC Iron Man 2'nin soundtrackini yapıyor. Tamamı bildik AC/DC şarkıları. Sanırım pazarlamaının farklı boyutu. Aynı şeyi Iron Man etiketiyle satacaklar.

4 - Cannes 2010 açılış filmi Oliver Stone imzalı Wall Street: Money Never Sleeps olacakmış. Şaşırmamak lazım aslında. Geçen sene Up, 2008'de Indiana Jones, 2007'de Ocean's Thirteen, 2006'da ise Da vinci Code ile açılmıştı zaten.

5 - Cannes'da yarışması muhtemel filmlerden bir kaçı ise : Terrence Malick'in "The Tree Of Life"ı, Julian Schnabel’in “Miral”ı ve Francois Ozon’dan “Potiche”. Daha neler eklenecek listeye bakalım.

6 - Un Prophete ile yıldızı parlayan Tahar Rahim, Emir Kusturica'nın Filistinde geçen komedi filmi "Cool Water"da başrolde oynayacak.

7 - Rivayete göre David Fincher, kitabı çok satan ve bir kere uyarlanan sinemaya "The Girl With The Dragon Tattoo" filmini çekecek ve başrolde yıldızı parlayan Carey Mulligan'a şans vermek istiyormuş.

24 Mart 2010

Bright Star



öncelikle şiirselliği arttırmaya çalışması çok hoş jane campion'un. tam olarak başaramasa da eline yüzüne de bulaştırmıyor. haksızlık olmasın. ustaca kotarıyor diyebiliriz de. evet çelişkiler insanıyım. zorlanmam ironinin anlamını sorsalar.

bright star ünlü romantik şair john keats'ın etrafında dolansa da aslında onun yazmış olduğu bright star şiirini, kim için yazdığını ve o kişinin nasıl biri olduğunu araştırmaya çıkıyor. yani şair'in en ünlü şiirlerinden birinin peşinde gidip neler olduğunu olmuş olabilceğini gösteriyor.

eleştirilerin çoğunun haksız olduğu da böyle ortaya çıkıyor zaten. şair değil şiir anlatılan bu filmle.

çok sevmediğim dönem filmleri içinde farklı bir yerde durmayı başaran, görselliğiyle etkileyici olabilen bir film bright star. durağan gibi görünse de sıkmamayı başaran bir film. şaheser diyemesem de kesinlikle hoşuma giden.

bahsi geçen şiir :
bright star
bright star, would i were steadfast as thou art —
not in lone splendour hung aloft the night
and watching, with eternal lids apart,
like nature's patient, sleepless eremite,
the moving waters at their priestlike task
of pure ablution round earth's human shores,
or gazing on the new soft-fallen mask
of snow upon the mountains and the moors —
no — yet still stedfast, still unchangeable,
pillow'd upon my fair love's ripening breast,
to feel for ever its soft fall and swell,
awake for ever in a sweet unrest,
still, still to hear her tender-taken breath,
and so live ever — or else swoon to death.

22 Mart 2010

The White Ribbon

Haneke, huzursuz seyirler diler.


Basit bir hikaye : Küçük insanların olduğu bir kasaba ve onlara korkuyla güvenlik arasında bir denge oluşturmaları gerektiğini anlatan.

Birinci dünya savaşı öncesi küçük bir Alman kasabası. Ve kasabada yanlış olan şeyler. Yanlış olduğunu düşündüğümüz (belki de sadece biz düşünüyoruzdur). Bu yanlışlık ilk önce talihsiz kazalarla karşımıza çıkıyor. Doktor atının tuzak oalrak gerilmiş ipe takılmasıyla yaralanır. Sonra Baron'un ambarlarından biri yanar. Sonra kereste fabrikasında ölen bir kadınla. Ve herkes bir suçlu aramaya başlıyor. Çok iyi tanıdıkları diğer köylülerin suçlu olup olmadığını merak ediyorlar. Ve ne filmi anlatan ne biz ne de her hangi biri gerçek suçlunun (suçluların) kim olduğunu bilmiyoruz. Zaten Haneke sorunların çözümüyle ilgilenmiyor. Salt sorunu gösteriyor inceliyor. O köylüler gibi güvensiz olmamızı istiyor. Onlar gibi suçlu aramamızı önyargılı olmamaızı istiyor.

Bunu da tabi ki başarıyor. Bizim ne gördüğümüzle ilgilenmiyor. Birilerinin gerçeği arayışına odaklanıyor. Cache'ye bile benziyor bu açıdan. Oynatmadığı kameradan, olmayan hareketlerden gerilim yaratmayı hep beceriyor. Hanekenin siyah beyaz seçimi ve görüntü yönetimi olağanüstü. Renkli olması düşünülemeyecek kadar etkili kılıyor filmi.

Ama bunların merkezindeki kadın ve çocuk istismarı ve ataerkil aile yapısı zaten kimseye (öğretmen hariç) sempati kurmamızı da engelliyor. Film bu yapıyla ciddi bir Nazizm ve faşizm eleştirisi sayılabilir de. Gücü elinde tutmak için tutunulan tavırlar ve dini parayı gücü belki sevgiyi kullanmanın etkilerini gösteriyor.

Cannes'da büyük ödül alıp, oscarlarda en iyi yabancı film olarak yarıştığını hatırlatmakta fayda var.

8/10


21 Mart 2010

Fish Tank

Life is unfair, kill yourself or get over it
İlk bakışta klasik bir ingiliz filmi gibi duruyor. Aslında öyle de.

15 yşındaki Mia'nın hayatı annesinin eve yeni erkek arkadaşını getirmesiyle değişir. Aslında değişmesi gerken bir hayatı vardır Mia'nın. Bizim "Hayat" a benzer az buz. Banliyöde yoklukla yaşayan ve mutsuz olan Mia dans eder içki içer ama çıkışı bulamaz bir türlü.

Bakışı kamerası sadeliğiyle fazlasıyla Ken Loach'ı andıran bir film. It's a free world benzeri bir yapısı var. Ama Michaesl Fassbander ve başroldeki Katie Jarvis'in iyi oyunculukları da eklenince iyi bir film çıkıyor ortaya.

Cannes'da Thirst ile jüri ödülünü paylaşmaları da tesadüf değil zaten.

İzlenesi bir avrupa filmi.

14 Mart 2010

Un Prophete

oku



gerçekten iyi film. hem de aksayan ve gereksiz onca yeri varken. hem de belki de değişik birşey anltamazken. bence bunları okuyup da bu kadar çelişkiyi içinde barındırmasına rağmen filmin iyi olmasını merak edip izlemek istememek hayret verici olurdu.

19 yaşında 6 yıl hapse mahkum olan Djebena bir sebepten Korsika mafyasına bulaşır ve onların hapisanede ayak işleirini yapan bir arap olarak sürekli ezilir.

ama tahmin ettiğiniz gibi kader ağlarını örer ve genç arap bir şekilde kendini geliştirir. bu öyle sıfırdan var olma hikayesi falan değil. bu gerçeklerin tesadüfen insan isteyince vuku bulduğunun resmidir. kenan evrenin genelkurmaybaşkanı oluşu gibi.

cannes da büyük ödül alan bu film peygamber nasıl olunuru mu gösteriyor nasıl olmalıyı mı bilemedim? ama sert eleştirileri iyi oyunculukları ve uzun süresine rağmen sıkmadan insanı içine çeken yapısıyla oldukça etkili.

din, ırkçılık, mafya eleştirinin odağında. insandan sonra.

mutlaka izlenmeli.

9/10

16 Aralık 2009

Thirst




Bir sevdim bir sevmedim, bir hızlandı bir duruldu bir türlü tutarlı olamadı.

Chan Wook Park'ın Cannes'da da yarışan filmi "Thirst" yönetmenin yine sıradışı işlerinden biri. Zira ancak Park düşünebilirdi bir rahibin vampire dönüşmesi durumunda olabilecekleri.

------------ spoiler ----------------

Bilime inanan ve bir arkadaşının komada oluşuyla iyice hayata küsen (ki ben burada kaçırdığım başka sebepler ve günahlar olduğunu düşünmekteyim) bir rahip, insanlar üstünde deneyler yapan bir kliniğe denek olarak gitmeye karar verir. Sonucu ölüm olacaktır. Ancak kendisine verilen kandan (?) dolayı tekrar hayata döner ve iyileşir. Tek bir farkla; artık vampirdir.

ülkesine dönen rahibin tabi ki kana ihtiyacı var. Sonuçta vampir. Ama bir din adamı birini öldürüp de kanını içemez ve günah işlemeyen bir vampir olarak hayatını devam ettirmeye çalışır. Ta ki karşısına bir kadın çıkana kadar. Evet, kadın en büyük günahtır. Hatta şeytanın kendisdir.


------------ spoiler ----------------




Chan Wook Park'ın kamerası ve görüntüleri oldukça başarılı ama bazı yerleri fazla uzun bazı yerleri anlaşılamayacak kadar kısa geçilen bir film Thirst. Açık noktaları tam bağlayamıyor. Duygusal mı komik mi gergin mi olacağını bilemiyor (hepsi birden de olmayı beceremiyo işin kötüsü). Özellikle filmin bazı sahnelerindeki duygusal yoğunluk ve gerilim yükselişi oldukça başarılı. Bir ayakkabı verme sahnesi var ki "aşık olunan sahne" kategorisine girsin.

Ama erkek oyuncu performansıyla Song Kang-ho (Host ve Sympathy For Mr. Vengeance) iyi bir performans sergilerken diğer oyuncular sönük kalıyor.

Ama orjinal düşüncesinin etkileyiciliği ve ölümsüzlük(tedavi) için yapılanlara yaptığı tadında bakışıyla (dine karşı) başarılı. Ama baş yapıt da değil.


7/10

Not: Filmin 2 saat olduğunu da belirtmek gerekir.

23 Kasım 2009

Taraftar olmak mı?
baba olmak mı?
işçi olmak mı?
aşık olmak mı?
eric olmak mı?
hangisi zor.

Hayat çok yönlü (interdisipliner) (aynı zamanda "lineer" de sakallis)
Loach ise bunu anlaşılır kılmanın yollarını arıyor. Aslında arıyor demek hata olur. Bunun sırrını çözmüş.Sadelik ve gerçeklik göstersi bu. İronik olan tek şey sadeliğin bizleri büyüleyebiliyor olması.

Looking for Eric bu yılın en iyleri listesine girecek. Bunu açık gönüllülükle söyleyebilirim. Loach Kiewsloski'ye olan saygısını çektiği her filmle göstermeye de devam ediyor. Bize, sinemaya ve işçilere olan saygısının ne kadar üst düzeyde olduğu
aşikar.

Loach bu filmiyle aileyi bir araya getiren, işçileri bir arada tutan şeyi ve insanın kendini bulmasına değiniyor. Bunları tabi ki futbol , aşk ve işçi sınıfı üzerinden anlatıyor. Evet bu adam hep böyle yapıyor bunu. Ama asla sakil durmuyor. 6 tanesini izlediğimiz "Kötülük Çiçeğini" tekrar önümüze sermiyor. Mutlaka onun formunu değiştiriyor. Üstelik bunu yaparken "form","sakil", "inter ve lineer" gibi ağdalı
kelimeler de seçmiyor.

LooKING for ERIC, farklı bir film. Aynı eric cantona'nın farklı olması gibi. İngilterede Fransız olmak gibi. Kendi filmini çektirecek kadar kendinden emin, belki küstah Cantona. Bir fikrim var diyor ve en doğru adama, kendisinin de adam(!) olduğu topraklara gidiyor. Ve gönül rahatlığıyla kendini Loach'a bırakıyor.

Herşeyden yorulmuş ve yıllardır saplandığı depresyondan bir türlü kurtulamayan Eric, bir cigara tüttürür ve odasında gerçek boyda afişi olan Eric Cantona'yla konuşmaya başlar. Cantona ona bolca Fransızca atasözü söyler, Eric'in bildiği şeyleri tekrar söyler ve onun hayatında değişiklikler yaratır. Kendini düşünmez, belki varolmadığından belki de gerçekten pas vermeyi, birine yardım etmeyi daha çok sevdiğinden. Ama sönük bir hayata sahip Eric'e çok güzel bir asist yapar. Her ikisi de mutlu olacaktır şüphesiz.

Eric'in etrafında iyi insanlar vardır ama. Bunu gözden kaçırmamak gerekir. Reklamsız forma giyip FC United'ı tutan taraftarlar, herşeyi kitaptan öğrense de dostları için elinden gelen herşeyi yapan bir şef vesilahlı adamlara karşı bile birlik olunca herşeyi becerebileceğini bilen bolca iyi arkadaş (işçi) ve yılların acısını göz
ardı etmeye meğilli ve anlayışılı bir eski eş. Zaten bu nedenledir Eric'in gerçek derdi bir anda sadece üvey oğullarıdır. Ama ne zaman bir araya gelir birlik olursan
herşeyin üstesinden de gelirsin diyor Loach. Ya da Eric de diyor olabilir.

Bu film eric'in farklı hayatına bakmamızı da sağlıyor. Gördüğümüz, bildiğimiz ama unuttuğumuz yönleriyle Eric. Farklı olduğunu hatırlatmak için herşeyi yapan. Eric'i anlatıyor film. Eric Cantona'yı. Ben başrolde değilim diyor. Ama göz kırpıyor.

Cannes'ın en iyilerinden biri olduğu kesin. Yılın en iyilerinden de
olabilir.

Birlikte izleyecek dostlar, akrabalar ve sevgililer bulun.
Yakaları kaldırın.
El ele izleyin.

05 Kasım 2009

Antichrist

Piskopatın allahıyım.
Dogma manifestounu yazdıktan sonra ondan belki de ilk vazgeçenin Lars Von Trier olacağını kim bilebilirdi ki. Ya köklerine (nerdeyse) geri döneceğini.

Rahatlıkla söyleyebilirim ki Breaking the Wave'den sonra en iyi Trier filmi. Daha 2 ay önce The Boss of All filmiyle beni dumura uğratan bu küstah adam aynı etkiyi bu sefer olumlu yönde de yapabildi.

Filmin konusu gerçekten anlatmaya müsait değil. İzlersin ve yavaşça içine sindirirsin. Zira rahatsız filmler katagorisine girebilecek simgesel bombardımlarla dolu yavaş görünen ama durmayan bir tempoya sahip.

Oyuncuların devleştiği bir yapım var karşımızda.

Hasta kadınlarla uğraşmayı seviyor Trier (ben de onu kendime bundan yakın hissediyorum:) Kendine uyan tek onlar var anlaşılan. Tavsiye edilesi bir film Antichrist. Cannes sonrası izleyebildiğimiz filmler gerçekten bu yılın en iyileri olmaya devam ediyor
8.5/10

22 Ağustos 2009

Tokyo Sonata

Sonata : üç ya da dört bölümden oluşan opera eserlerine verilen isimdir. italyanca "çalgı çalmak" anlamına gelir.

Cannes Film Festivali program broşüründeki film açıklaması : Tokyo Sonatı görünüşte kusursuzca sıradan bir Japon ailesinin portresidir. Baba anlam verilemeyecek bir şekilde işini kaybetmiştir ve gerçeği ailesinden saklamaktadır; en büyük oğul üniversitede okumaktadır ve eve pek az uğramaktadır; küçük oğul ebeveynlerinin haberi olmaksızın piyano dersleri almaktadır ve zihninin derinliklerinde rolünün aileyi bir arada tutmak olduğunu bilen anne, rolünü yerine getirmek için gerekli olan iradeyi bulamamaktadır. Dışarıdan bakıldığında her şey normal ve sağlıklıdır fakat ailenin içinde bir şekilde tek, öngörülemez bir uçurum açılmıştır ve bu uçurum sessizce ve hızlıca genişleyecek ve aileyi parçalayacaktır.

Bir ailenin nasıl birden dibe gittiğini ve bu dibe gidişte hepsinin nasıl kendi kendine kaldığını gösteren ve bu yalnızlığın yarattığı parçalanmayı gösteriyor Tokyo Sonata. Sade, yavaş gidiyor. Ama karakterleri işleyişi ve bize aktarışı o kadar tarafsız ve yalın ki biz o ailenin evlerindeki davetsiz misafir gibi izliyoruz herşeyi. Bazen onları eleştirip akıl verecek kadar yakınlaşıyoruz. Bu denli derin işlenen karakterleri görmek sık rastlanılan birşey de değil ayrıca.

Bir aile dramasını sonat şeklinde bir kaç farklı enstürmanla uzun uzun diye anlatmak farklı bir deneme. Buradaki enstürmanlar aile üyeleri. Her birinin ayrı hikayesi ve dünyası var bize gösterilen. İşten çıkartılan bir baba. Ailesine bunu aktaramazken otoritesinin sarsılması için şiddete başvurmaya başlayan. Otorite takıntısının ağır sonuçlarını görmemizi sağlıyor. Yalnız bir anne. Aile fertlerinin hiç birinin görmediği, varlığı yemek hazırlamaktan ibaret olan, tipik doğu kadını. Ailenin parçalanışını görüp elinden birşey gelemeyeceğine kendini en baştan inandırmış ve boyun eğmiş biri. Çaresiz. Kendini kurtaracak bir eylem yapamayıp, kaçma şansı varken bile herkese boyun eğen. Küçük bir çocuk. Bir abi. Okuldan sonra çalışıp ailesini hiç görmeyen. İletişimi sıfır olan ve en sonunda da dünya barışı için Amerikan ordusuna yazılan. Ki o amerikan ordusunun ne kadar adi olduğunu sonradan idrak edecek. Küçük oğlan. işte filmin tek cesur karakteri. İsteği şeyin peşinde koşan. Bunun uğruna savaşan ve kavga eden.

Takeshi'nin "Sonatine"(Sonatın kısası, genelde ustalık evresinde yapılır) filminin ismine benzese de daha çok Ozu'nun Tokyo Monogatari'sine benziyor bu film. Ale içine minimal bir bakış diyebiliriz. Zaten kamerası da Ozu'ya benziyor Kiyoshi Kurosawa'nın kamerası.

Gerçek sinema budur diyebileceğim filmlerden. Bir kez daha Japon Sinemasının ne kadar
önemli olduğunu hatırlamam açısından benim için önemli. Herkese tavsiye
etmiyorum. Sıkılınabilir zira.

8/10

Not: Filmin Asya Film festivalinde en iyi film, cannes da ise "belirli bir bakış" ödülünü
aldığını belirtmek isterim.

11 Haziran 2009

4 Luni 3 saptamini şi 2 zile


4 Ay 3 Hafta 2 Gün. Film adından daha uzun. Siz düşünün.

Cannes 2008'de en iyi film ödülü almış bir film bu. Romen yapımı. Sevdiğim bir yönetmenden, sevdiğim tarzda bir film. Uzun, sessiz sekanslar, az hareket. Benim sevdiğim sinemanın bu olduğunu biraz okuyanlar biliyor zaten.

Film ne anlayor. Kürtajın yasak olduğu ülke Romanya'da bir üniversitesi öğrencisi kız, otel odasında kürtaj yaptırmak zorunda kalıyor. Tabi yakın arkadaşı yanında, son paraları sert doktorun elinde ve canların Allah'a emanet!

Nerdeyse bir günü anlatıyor film. Ya da iki bilmiyorum. Oteli ayarlamak, parayı ayarlamak, doktoru ayarlamak, doktarun ayarlaması, doktorun ikinci ayarlaması, kürtajı ayarlamak, sevgiliyi ayarlamak, en önemlisi kendini ayarlamak üzerine bir film. Bir kadının başına gelebilecekler ve çatışmaları. Kendiyle ve dünya arasında kalmıi insanlar.

Neyse filmin ağır çözümlemesini bir sürü yerden okursunuz zaten. Ama filmi kesin "Nuri Bilge Ceylan Codec" ile izlemek lazım. Olum ben bu filmi 20, bilemedin 30 dakikada aynı etkiyi yaratarak çekerim. Ki ben film çekme tutkusu olan bir sinemasever de değilim. Ama ne uzunmuş, gereksiz yere bitmedi. Sonra bir bitti, ananı ne oldu dedim hayatımda ilk defa. Bazen cahil ve aptal olmaa hakkımı kullanıyorum. Aslında şimdi zaman geçince filmin etkisi arttı gözümde ama ilk bittiğinde biraz kızgındım. Bunu telefonda birine kustum, güldü. Alay geçti benle.

Neyse izlemeyin isterseniz. Sosyal yozlaşma, dönem romanyası ve "yeni lafım" ilişki dinami üzerine bir film. Sanırım öyle yani. Kadınlar var başrolde. Ama doktor çok pis bir insan demedi demeyin.

7/10

Laf ettim. Ama elim varmadı 6 basmaya.

24 Mayıs 2009

The Palme d'Or

Cannes Film Festivali ödülleri dağıttı. Altın Palmiye Haneke'nin "White Ribbon"una gtti.

Başkanlığını Isabelle Hupert'in yaptığı ve Nuri Bilge Ceylan'ın da yer aldığı jürinin belirledii diğer kazananlar aşağıda.


Yaşam boy onur ödülü - Alain Resnais (yarışma bölümünde "Les Herbes Folles" filmi vardı)
En iyi aktör - Christoph Waltz "Inglourious Basterds"
En iyi aktris - Charlotte Gainsbourg "Antichrist"
En iyi yönetmen - Brillante Mendoza "Kinatay"
En iyi senaryo - "Spring Fever" (Lou Ye)
Jüri özel ödülü - "Thirst" (Park Chan-Wook) / "Fish Tank" (Andrea Arnold) - paylaştılar
Camera d'Or - "Samson and Delilah" (Warwick Thornton)
Kısa Film - "Arena"
Grand Prix (ikincilik ödülü) - "Un Prophete" (Jacques Audiard)
The Palme d'Or (Altın Palmiye) - "White Ribbon" (Michael Haneke)

13 Mayıs 2009

Cannes 2009'dan Yirmidört Afiş

2009 Cannes Film Festivali henüz başladı ve 24 filmin afişi şunlar. Bakın. Canınız çeksin. 




30 Nisan 2009

Cannes Film Festivali 2009






13-24 Mayıs tarihlerinde gerçekleşecek 62.Cannes Film Festivali listesi yayınlandı. Yarışma bölümü yine göz doldurucu. Aslında bu sefer biraz daha dikkat çekici diyebiliriz. Zaten bu sene festivallerde pek çok iyi film yarıştı. Sundance, Tribeca ve hatta İstanbul Film Festivalinde oldukça güzel filmler gösterildi.


Festivalin benim için ilginç filmi tabi ki Gondy'nin teyzesini anlattığı belgeseli "L'épine dans le coeur". Tabi Tarantino, Haneke, Campain, Wook Park, Ang Lee, Loch, Trier ve Noe beklenen filmlerin sahipleri. Todd Solondz yeni filmi "Forgivness"ı bitiremedii için festivale gönderememiş. Coppola'da filmi Tetro'yu yarışma bölümüne olan davetini reddetmişti.


Cannes 2009:

YARIŞMA BÖLÜMÜ
Abrazos Rotos” (Broken Embraces), yönetmen Pedro Almodovar
“Antichrist,” yönetmen Lars Von Trier
“Bright Star,” yönetmen Jane Campion

“Enter The Void,” yönetmen Gasper Noe
“Faces,” yönetmen Tsai Ming-liang
“Fish Tank,” yönetmen Andrea Arnold
“Kinatay,” yönetmen Brillante Mendoza
“Les Herbes folles,” yönetmen Alain Resnais
“In The Beginning,” yönetmen Xavier Giannoli
“Inglorious Basterds,” yönetmen Quentin Tarantino
“Looking For Eric,” yönetmen Ken Loach
“Map of the Sounds of Tokyo,” yönetmen Isabel Coixet
“Mr. Nobody,” yönetmen Jaco von Bormael
“A Prophet,” yönetmen Jacques Audiard
“Taking Woodstock,” yönetmen Ang Lee
“The Time That Remains,” yönetmen Elia Suleiman
“Thirst,” yönetmen Park Chan Wook
“Vengeance,” yönetmen Johnny To
“Vincere yönetmen Marco Bellocchio
“The White Ribbon,” yönetmen Michael Haneke


BELİRLİ BİR BAKIŞ
“Mother,” yönetmen Bong Joon Ho
“Irene,” yönetmen Alain Cavalier
“Precious,” yönetmen Lee Daniels
“Demain Des L’Aube,” yönetmen Denis Dercourt
“Adrift,” yönetmen Heitor Dhalia
“Nobody Knows About the Persian Cats” yönetmen Bahman Ghobadi
“Los Viajes del Viento,” yönetmen Ciro Guerra
“Le Pere de mes Enfants,” yönetmen Mia Hansen-Love
“Tales from the Golden Age,” yönetmen Hanno Hoefer, Ravan Marculescu, Cristian Mungiu, Constantin Popescu, Ioana Uricaru
“Tale in the Darkness,” yönetmen Nikolay Khomeriki
“Air Doll,” yönetmen Hirokazu Kore-Eda
“Dogtooth,” yönetmen Yorgos Lanthimos
“Tzar,” yönetmen Pavel Lounguine
“Independence,” yönetmen Raya Martin
“Politist, Adjectiv,” yönetmen Corneliu Porumboiu
“Nymph yönetmen Pen-Ek Ratanaruang
“Morrer Como Un Homem,” yönetmen Jao Pedro Rodgrigues
“Eyes Wide Open,” yönetmen Haim Tabakman
“Samson and Delilah,” yönetmen Warwick Thornton
“The Silent Army,” yönetmen Jean van de Velde

YARIŞMA DIŞI
Agora yönetmen Alejandro Amenabar
The Imagianirum of Docteur Parnassius yönetmen Terry Gilliam
L'armée du crime yönetmen Robert Guédiguian

GECEYARISI GÖSTERİMİ
"Drag Me To Hell yönetmen Sam Raimi
"A Town Called Panic" yönetmen Patar et Aubier
"Ne te retourne pas" yönetmen Marina de Van

ÖZEL SEÇKİ
"L'épine dans le coeur" Michel Gondry
"Me Neighbour, My Killer" Anne Aghion
"Manilla" Raya Martin ve Adolfo Alix Jr
"Min ye" Souleymane Cissé
"Pétition" Zao Yang
"Jaffa" Karen Yedaya

AÇILIŞ VE KAPANIŞ FİLMLERİ
"Up!" Pete Docter
"Coco Chanel and Igor Stravinsky" Jan Kounen


Festival jurisi : Başkan Isabelle Huppert, Asia Argento, Robin Wright Penn, Nuri Bilge Ceylan, Shu Qi (Tayvanlı akris), James Gray (Two Lovers), Hanif Kuresishi (senarist) ve Lee Chang-Dong'dan oluşmakta.


Not: Filmlerle ilgili daha sonra bir iki yazarım heralde. Noe, Haneke,Loch ve Trier muhtememelen konuşulacak şeyler yapmışlardır.

19 Nisan 2009

The Class

Cannes'da Altın Palmiye almış bir film "Entre Les Murs"

Batının herhangi bir ülkesinde orta ve altı gelirli kişilerin yaşadığı bir mahalledeki bir okulun bir sınıfı. Heryerde olabilicek türden bir öğretmen öğrenci karmaşası. 

Tüm iyi niyetiyle, yaşıtlarının gerisinde ilgi ve çalışma azmine sahip, Paris varoşlarından gelen çocuklari eğitmeye çalışan Fronçois yer yer çileden çıksa da konuşarak ve onları anlamaya çalışarak işlerin üstesinden gelebilceğini düşünmektedir. Tüm çabası bunun üzerinedir. Fazlasıyla profesyonel de denebilir. Ama açık ve gayretli bir öğretmendir.
Sınıf ise genelde göçmenlerden oluşan ve derslere hiç ilgi duymayan 8. sınıf öğrencileridir. Aslında bakınca tipik bir öğretmen öğrenci ilişkisi gibi geliyor. 

Ama filmin en büyük özelliği alt metin zenginliği,eleştirileri. eğitim sistemi, göçmenlerin durumu, ceza yönetmeliği. Film çok satan bir kitaptan uyarlama. Kitabın yazarı François Bégaudeau aynı zamanda filmin de başrol oyuncusu. Film için oyunculuk çalışmış. 

Filmde öğretmenin kendine taktığını düşünen bir Arap kız, zeki ama hırçın bir Afrikalı, akıllı ama alçakgönüllü bir Çinli göze batarken nerdeyse tüm karakterlele de tanışıyoruz. Evet herkesin kendi ülkesinin insanı gibi davranıyor. 

Filmin bence en önemli farkı okul dışında kimseyi ve hayatlarına tanık olmamamız. Ne öğretmenler ne çocuklar. Sadece bir iki kelimeyle çocukların anlattıkları. Ama biz sadece sınıfın içinde olanları biliyoruz. Dışarısı bizi ilgilendirmiyor. Öğretmenin tamamen bir profosyonel gibi davranmasının ve bizim onu öyle algılamamız belki de en önemli sebebi bu. Sadece Fransızca öğretmeye çalışan bir öğretmen. Diğer öğretmenlerin tepkilerine bile tepkisiz. Sadece çocukların yanında ve ceza sistemine karşı. Belki gay, belki pasifist. Ama emin değiliz. 

Umutla başlayan bir yıl nasıl tamamlanabilir ki? umduklarınız ve başında belirlediğiniz stratejiler ne kadar işe yarar. Belki hiç. Belki siz değişirsiniz. Belki çocuklar. Ama çocukların ki düşük bir ihtimal. Yoksa sıradan bir sınıfı adam eden, süper öğretmen filmi olurdu The Class. ama öyle değil. Sade ve gerçekçi. Oldukça iyi. 


Not: O çocuklar bence aptal. Bu kadar saçma sorular, bir şeyi anlamamk nedir ya! Avusturyalı ne demek diye sorumu olur? Kınıyorum Fransız eğitim sistemini. 

8,5/10


  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP