31 Mart 2009

Blood Simple



Kan akar yatağını bulur.
9/10


Noi Albinoi

Run Noi Run.

9/10

29 Mart 2009

Seven Pounds

Bir pound=450 gram.
7 pounds = 3 kilo 150 gram.

Bir film için fazla bir ağırlık. Yani 2 saat bununla film mi izlenir yahu?
Kaldırılmayacak türden değil de gerek olmayan türden.

Adı gibi 7 puan vermek isterdi gönül ama zorla 6/10 veriyorum.

Evet lütfediyorum. Will hemen beni aramazsın bu puan daha da aşağı düşer haberin olsun.

28 Mart 2009

96 Saat

Harrison Ford filmi vardı. Fransa'da karısı kaçırılıyordu. O da şehrin altını üstüne getirip onu arıyordu. Frantic. Polanski filmi. Ortalamaydı. Taken da öyle.



Taken tam bir Avrupa filmi. Fransız yönetmen, Fransız yapımcı, Avrupalı dağıtım şirketi. Film Fransa'da geçiyor. İrlandalı aktör. Ama tam bir Hollywood filmi.

Şimdi bunları diyorum ama filmi beğendim. Eli yüzü düzgün(bu benim klişe lafımdır valla). Aşırı korumacı tavırlar içinde olan eski CIA ajanı olan Bryan, boşandığı eşiyle yaşayan kızının Paris seyahatine karşı çıksa da kabul etmiştir. Olaylar da böyle başlar zaten. Kızının yanında olduğunu hissettirmek için bunu kabul eder ve kızı daha Paris'e iner inmez kaçırılır. Aldığı bilgiler doğrultusunda 96 saat içerisinde kızı buldu, buldu. Bulamazsa bir daha göremeyeceği belirtilir eski arkadaşlarınca.

Liam Nilson daha önce de aksiyon gilmlerde oynadı ama bu rolde bence çok iyi olmuş. Baba tavırları yakışmış. Gerçekten eski ajan havası da var. Ama Paris'in altını üstüne getiren bir Bryan karakteri var ki. Dillere destan. Hardcore bir kahraman. Kızım olmadan asla diyen cinsten bir adam. Bu uğurda 20 cinayet işler, 3-4 patlama yaratır, kötüleri haklar. Hepsini de 90 dakikada yapar. Pardon 96 saatte.


Filmi sevdim. Türlerinden daha gerçekçi duruyordu. Adamımız profesyonel ve bunun gereği olarak biz bile onun hakkında çok az şey biliyoruz. Soğukkanlı ama bir babanın telaşesi içinde. Abartılmış sahneleri saymazsak film akıp gidiyor olmasıyla bile artıyı hakediyor. Ama o klişe ve aceleye getirilmiş son niye. 10-15 dakika uzun olsa ne olurdu ki. Zaten bir solukta izledik. Aceleye gelen son aslında bizi iyice Hollywood filmi izliyor havasına sokuyor.

Ama Banliyö 13'ü çekmiş biri oladuğunu düşünürsek yönetmen yine iyi bir iş çıkarmış. Hem de cesurca ve gereksiz şekilde İngilizce bir film yapmış. Pierre Morel'nin sonraki filmi From Paris with Love ile Fransa'da geçen aksiyon filmlerine devam edecek gibi. 3 yıl sonra hatırlanmayacak olsa da anı kurtarmak için ideal. James Bond'dan hallice, Bourne'un yanına yaklaşamaz. Frantic gibi işte.



7/10



22 Mart 2009

Finlandiya Yapımı Filmler


Ağustosta 4 aylığına Finlandiya'ya gidiyorum. Ya da 8. Bilmiyorum.
Gitmeden 3-5 Fin yapımı film izleyeyim. 
Fin değince akla tabi ki Aki Kaurismäki geliyor. 
Bir de Paha Maa diye bir film izlemiştim. O da iyiydi bak.


Bir de bu kuzey ışıkları denilen parıltılar sadece finlandiyada görünüyormuş. 
mutlaka gidip görecem. bir de st.petersburg yakın. bi de stockholm. 
onları görecem zira yakında başka bir insan yaşayan yer yok. 
artık kutup ayılarını görmek onlarla forma değişikliği yapmak istiyorum. yoksa donarım orda.
bi de 55000 göl varmış. Söz verdim birine 1000 tanesini görüp öyle gelecem. Amaç edindim.



Aslında İsveç filmleri izliyor olmayı dilerdim ama. Kısmet değilmiş. Artık bakacaz bir çaresine. Festival olur bişey olur, davet olur; hemen giderim İsveçe. 

Devrim Yolunda Sıkılan Her Mermi Mübahdır

Makyavel'in Prens'ini okuyorum. Politik liderin nasıl olması gerektiğini anlatan 1500'lerde yazılmış bir kitap. Bir hükümdar olarak yapman gerekeni sürekli tekrarlamış : Amaç için her yol mübahdır.



60'lı 70'li yıllarda Almanya'da terörist saldıralar yapan bir örgütün tarihçesiyle karşı karşıyayız. 
Kornolojik bir belgesel havasında geçiyor film. Örgütün liderleri Andreas Baader ve Ulrike Meinhof ön planda bahsi geçenler. 

Baader asi, sert bir adam ve devrim ateşiyle yanıp tutuşuyor. Meinhof ise bilinen bir gazetecidir ve devrim yazıları yazmakta televizyonlarda konuşmaktadır. Yani Baader icraati Meinhof ise ideoloji körüklemeye çalışırlar. Tabi bir de gudrun ensslin var. Baarder'in sevgilisi ve örgütün ateşli savunucusu. Meinhof ile çatışıyor ve onun yazılarını değiştirip yeterince iyi bir devrimci olmamkla suçluyor. Manken gibi bir kız. Abartılmış bir güzellik. 

Film stefan aust'un kitabından uyarlama. Karakterlerin ve olayların incelenmesi gibi duran bir senaryo. Ne var senaryoda. İranı Şahını protesto eden bir topluluğa saldıran şah yandaşları ve onları destekleyen polis örgütü kışkırtmış oluyor. Bir öğrencinin ölümü ve kızıl lider rudi dutschke'nin vurulması buna ön ayak sağlıyor. Bunun üzerine örgüt harekete geçiyor. İlk 20 dakika da bombalama, adam kaçırma, hapisten kaçma gibi bolca aksiyon görüyoruz.  Asıl gayeleri ve rahatsızlıkları Amerikanın Vietnama girmesi, İsrailin Filistini işgali gibi şeyler gibi duruyor. Yani global bir rahatsızlıkları var. Ürdüne gidip gerilla eğitimi alıyorlar. Dayanamayıp geri dönüyorlar. Burada iç çekişmeler başlarken yüce İstihbarat şefinin orta yol bulmaya çalışan aklı selim tavırlarını görüyoruz.  Sonra nerde kırılıyoruz? Amerikan Konsolosluklarına saldıranlar yakalanıyor hapse atılıyorlar. Baskınlarla tutuklanıyor geri kalanlar. Hapse atılanları kurtarmak için çeşitli saldırılar düzenleyen 2. ve 3. nesil üyeler. Bunu kınıyor içerdeki liderler. Uzayıp giden mahkemeler. Kaçırılan uçağa rağmen serbest bırakılmayınca hapiste intihar eden teröristler. Ama senaryo kimin neden bunları yaptığını yaşadığını anlatamıyor. Sadece devrim için sıkılan kurşunlardan bolca gösteriyor. 

Film bambaşka eleştiriler almış. Bir kesim aynı Waltz and Bashir gibi en azından bize olayları hatırlattı, eleştiren tarafları var. Almanya hükümetinin yanlış tutumlarını gösteriyor diyor. Bir kesim ise şiddetle filme karşı. Örgüt üyelerini adam öldüren, basit sebeplerle eylem yapan(Meinhof eşi kendini aldattığı için evden kaçınca daha aktif rollere bürünüyor mesela), kendi içinde çatışan, ne yaptığını tam da bilmeyen bir topluluk olarak göstermekle ve hapishane şartlarının ve hükümetin halk üzerindeki baskısının hiç anlatılmadığı ve yine yapılan eylemleri bu nedenle anlamsızlaştırdığından bahsediliyor. unutmamak gerekir ki Baader Meinhof o dönemde her dört Almandan birini inandırmayı başarmış ve destek toplamışlardır. Ve hükümet baskısı da çok açık şekilde ortada.

Ben filmi olaylardan haberdar olmayan cahil biri olarak izledim. Bu haliyle filme alınması bile başlı başına cesurca bir hareket olarak göründü bana. Ama sanki hükümeti çok da suçlamayan, örgütü kanlı saldırılar yapan bir avuç grup gibi gösteren yapısı rahatsız edici. Abartılı karekter gelgitleri gerçek dışı. Hatta olup olmadığından kesin emin olunmayan hatta bazılarının kurgu olduğu açıklanmış sahneler belgesel niteliğinde bir film için abartılı. Meinhof ile Gudrun'un saç başa kavgası gibi. Genç ne yaptığını bilmeyen, neden eyleme geçmeye karar verdiği belli değil. Grup sanki mankenler topluluğu gibi pozlar veriyor ve hepsi cool. Buna rağmen oyunculuklar oldukça iyi. Yani aksayan senaryo. Bu oldukça aşikar. Bir devrim filmi değil. Sadece satmaya çalışan bir film gibi duran anları var. Patlamalarla dolu bir hollywood filmini andırıyor. ideolijiden oldukça uzaklaşıyoruz. Aceleye getirilen pek çok durum ve görüş var gibi duruyor.  Ayrıca manken kızımız Gudrun Ensslin filmin baş kahramnı olmuş desek yanılmayız. Filmin adına dahil olmasa da en etkili karakter olarak öne sürülmesi garip. 



Filmin uzun süresinde daha rahat anlatılabilicek Almanya için özellikle önemli bu yapıt insana bir şeyler hatırlatırken sanki film satsın diye bazı değişiklikler yapmışa benziyor. Bu da rahatsız edici. Biz teröristleri severiz. Onları anlamak isteriz film izlerken. Zaten hesapları kesilmiş cellatları tarafından. Biz onların anısını yaşatmak ve hatırlamak için izliyoruz gibi geliyor bana. Ama yapımcıların para kazanmak için göürşü belli : Amaca giden yolda her yol mübahdır. 

7/10

Not : Yukardaki afiş örgüt üyelerini yakalamak için ülkeye dağıtılan afiş. Her bir üyenin başına 10000 mark ödül konmuş. Vahşi Batı Almanya.

21 Mart 2009

Bir Yıldız Daha Kaydı

Battlstar Galactica 4.sezon finaliyle ekranlara veda etti.
İyi ki de etti.
Tam 5 yıl oldu bu yeniden çevrim dizi başlayalı. 4.sezon bitti diyorum çünkü son sezonu ikiye böldüler. Şimdi hayatımda ilk defa bir yabancı diziyi bitirdim. Bir sürü dizi izledim ama ya sıkılıp bıraktığımdan ya da ya da hala devam ettiklerinden birini bile bitiremedim. Ta ki dün geceye kadar. Battlestar Galactica hiç de muhteşem olmayan bir sonla bitti. 

Şimdi bu tepki niye diyeceksiniz. Dizinin bitmesine sevinemme garip gelebilir. Herkes bitsin ister de ben kurtulduğuma sevindim. Onca senenin hatrına son iki yıldır izliyodum zira.

Neydi bu dizi. Robotlar(saylon) insanların yaşadığı Caprica'ya saldırıp yok ediyor ve haytta kalan 50.000 insan da SavaşYıldızı Galaktika önderliğinde bir filo ile uzayda savrulup, saylonlardan kaçıyor ve kendilerine yeni bir yuva arıyorlardı. 

Şimdi başından bu emele ulaşacaklarını biliyoruz. Çünkü başka ihtimal yok. Yani dizinin bir amacı var. Lost gibi falan değil. Onda sorular silsilesi nedeniyle nereye gideceği muamma. Ama BSG öyle değildi. Biz hep mutlu sonu bekleyip durduk. Dünyayı bulacaklarına. 

Sonra BSG gerçekten çok kötü bölümlere sahip. Var olmasa daha iyi olur dediğiniz, ne karekter incelemesi yaptığı ne de hikayeyi bir adım öteye götüren bölümler. Bu bölümlerin sayısı öyle arttı ki amaçtan da uzaklaşmaya başladık. Hele bir "Blacmarket" bölümü var ki, akıllara zarar.

Bir başka neden sevmemek için. Ya bir dizide bu kadar mı tutarsız insan olur. Tamam yaşamları alt üst olmuş uzaydalar falan da, insanın bir inancı görüşü vardır. Bunlarda o yok işte arkadaş. Her na her karar alınabiliyor. Bir bölüm ufacık şeyden birini havaboşluğuna salerken diğer bölüm 10 kişi öldüren affediliyor. Bu Amiral Adama'da böyle Başkan Roslin'de de, Starbucks'da da. Bir yerden sonra karekterlerden uzaklaşıyorsunuz haliyle. Bu da diziye yansıyor. Bir saylonlarla dostlar bir değiller. Bir askeri yönetim olmalı diyorlar, bir olmaz demokrasi var. Ambele olduk lan valla.

Bazı bölümlerin yönetmenleri gerçekten anlamsız teknik işler yapıyor. Bu her bölüm ayrı incelenmesi gerektiği için detaylandırmıyorum. Ama genel bir standart da yok değil.

Bir de kimse değinmiş mi bilmiyorum. Ben mi anlamadım onu da bilmiyorum. Bu Baltar ile Starbucks'ın saylon olma ihtimallerinin yüksek olduğunu şeyler gördük. Ama öyleler mi bilmiyoruz. Yani değiller sanırım çünkü tüm saylon modelleri ortaya çıktı. Ama Starbucks kendi cesedini buldu, ya da bir anda ortadan kayboldu. Baltar'ın kurtuluşu muamma ve son bölümdeki hayali görüntüleri. Neyse ne. Boşveriyorum.

Peki iyi yanı yok mu: dediğim gibi bitmiş olması en iyi yanı.
Dünyayı bulmaları iyi ki bunu günümüze bağlamaları hoşuma gitti.
Bu sayede tekrar robotları hortlatarak başımıza iş aldığımız ve günümüz toplumunun yozlaşmasına değinildi hafiften. 
Bir de dizinin bitmesi çok güzeldi. 
Bir de dizinin bimesi çok güzeldi.
Satır sonu.

 


12

Modernize edilmiş bir yeniden yapım. Coğrafyaya, tarihe uyarlanmış. 
Ustanın elinden çıkandan daha kötü olmamış. 

Eski bir Rus Subay olan üvey babasını öldürmekle suçlanan bir Çeçen çocuğun 12 kişilik bir jüri tarafından suçlu mu değil mi olduğunun tartışıldığı film, çoğu kişinin bildiği Sidney Lumet imzalı 12 Angry Man'in yeniden uyarlanması. Ama film oldukça farklılıklar gösteriyor. 
Süresinin uzunluğu, dış çekimlerin oluşu, suçun olup olmadığını ve az da olsa sonrasını anlatmasıyla farklı. Yani ilk film gibi sadece odanın içine hapsolmamış. Ayrıca iç mekanı da geniş tutarak klostrofobik ortamı bir nebze de olsa gidermiş. Jürinin piyano çaldığı, tuvalete gittiği, canlandırma yaptığı bir genişlik bu.

Önyargı ve ırkçılığın ön plana çıktığı senaryo kanımca Rusya'ya oldukça başarılı uyarlanmış. Karakterlerin her biri Rusya'nın mevcut durumunda sosya-ekonomik ve kültürel farklılıklar göstermekte. Zengin, fakir, eğitimli, müzisyen, hırsız!. Her türlü adam var jüride. Ve biz her bir üyenin hikayesini dinlerken önyargıların nasıl kırıldığını, çocuğun suçlu olup olmadığını ve karar verenlerin geçmişlerini görüyoruz. 12 adamın nerdeyse tüm karakterleri, bilgileri büyük ustalıkla bize anlatılıyor. Bu arada Çeçen çocuk hakkında ise Ruslarla görüşen ailesinin yine Çeçen milisler tarafından öldürüldüğünden ve Rus subayın ona kanat açtığından başka şey bilmiyoruz. Ki bu da suçun işlenip işlenmediğini sürekli sorgulamamıza sebep oluyor.

Filmin yönetmeni olan Nikita Mikhalkov'un jürinin de başkanı olması ve son sözü söylemesi. Hatta son sahneye kadar gerçek anlamda konuşmaması ve suçluyu değil, onu bulunca doğacak sonuçları düşünmesi manidar. Bir yönetmenin derdini bu kadar net kendi cümleleriyle dile getirmesi ayrıca güzel. Bir derdim var diyor bu ülkede, bu ülkeyle, bu ülkedekilerle. Ve bunun faşistlerle, Rus ordusuyla, Çeçenlerle, taksiciyle, Tv programcısıyla olduğunu gösteriyor. Herkesin yaşamaya hakkı var diyor.

 Film gördüğüm en iyi uyarlama yeniden yapımlardan biri. En güzel yani sadelik ve basitliği. Kamera kullanımı ve ışık fazlasıyla usta işi. Ne kadar özenildiği aşikar. 



Filmin en baskın karakteri olan taksici iki noktaya değiniyordu:
1. çeçenler'in topu böyle, şehirleri istila etmiş durumdalar, her yerdeler. 
2. "senin ailenin, eşinin, kızının başına gelse ne hissederdin?" 

Her zaman yaptığımı yapıyorum. Bu çok tanıdık değil mi? Sanki yine ülkemizde de böyle ayrımları seven insanlar varmış gibime geldi. 


8,5/10

Inglorious Basterds



Tarantinonun yeni filmini izlemeye az kaldı. 
Az dediysem heyecanlanmayın hemen. 
6 ay.

20 Mart 2009

Rachel Getting Maried

Katılmak isteyeceğiniz nadir düğünlerden Rachel'ın ki.
Tabi aileden değilseniz.
Film iki kız kardeş arasında geçiyor gibi  görünse de asıl meselenin düğünün kendi olduğu aşikar. Hava durumu, katılacaklar, aile olmak ve genişleyen kültürel topluluklar.

Kym küçük kardeşinin ölümüne sebep olduğu için 10 yıldır rehabilitasyon görmekte ve kardeşinin düğünü için birkaç günlük izin almış. Düğünün olduğu büyük kır evine geliyor. Ve bu günlerde geçmişle ve kendileriyle hesaplaşmalarını görüyoruz.

 Filmin ilk anından itibaren düğünde bulunacak bir sürü kişiyi görüyoruz. Dış çekimlerde evin dışında yürürken çok sık pencere kapı görmemiz de buna delalet gibi. Farklı pencereleri olan bir ailenin oluşmaya başlaması. Hepsinin hikayesini bilmesek de çoğunu kısaca tanıtma konusunu oldukça iyi kotarmış Jonathan Demme. Bu karakterleri gösterirken çok farklı kamera kullanıyor. Bazen el kamerasıyla hareketli, bazen bir karaktere odaklanmış ve bu sayede de filmdeki karakterler gibi filmine çeşitlik katmayı başarmış.

 Kym'in anne ve babası boşanmış. Ve her ikisi de başkalarıyla evlenmiş. Ama Kym'in öz annesiyle bir durumu var. Zaten yaptıkları konuşma ve sonuçları bunu gösteriyor. Annenin neden bu kadar kaçmaya meyilli ve uzak olduğunu da açıklar nitelikte. Çok bahsi geçen anneyi görememe sebebimiz de bu gibi. Oysa ki babalarının ikinci eşi Carol'ın çok az konuşmasına rağmen sürekli farkındayız ve herşeyin içinde.

Filmde ki karakteriler bazıları iyi mi kötü bilmiyoruz bile. Çok da önemli değil. Çünkü bunu filmin sonunda Robert Altman'a teşekkür edildiğinde anlıyoruz. Altman'ın filmlerindeki karakter bolluğunun esin kaynağı olduğu aşikar.

 Bu Jenny Lumet'in ilk senaryosu. Ancak iyi olmasına şaşırmamak lazım. Zira kendisi Sidney Lumet ve Gail Lumet Buckley'in kızları. Kendi hayatından kesitlerin olduğunu söylemeye çok da gerek sanırım. Bu kadar sanatçı bir ailenin kızı ve etrafta her türlü sanatçının olduğu, müzisyenin gezindiği bir düğünü ancak kendi yaşayarak resmetmiş. Zaten Jenny Lumet'nin bir ablası var. Ses editörü kendisi ve adı Amy Lumet. Kesin otobiyoğrafisel. Eminiz artık.

Müzikleriyle insanı etkileyen, aile içi ilişkilere iyi değinen, iki kızkardeş ve bir trajedinin iyi işlendiği bir film Rachel Getting Maried. İyi bir bağımsız. Ve değinmeden geçemeyeceğim. İki kardeşin bir düğünde sürekli tartışmalrı size bir şey hatırlattı mı: Evet. Margot at the Wedding.

 

7,5/10

18 Mart 2009

Güneşi Gördüm


Etrafımda ve internette pek çok elitist şunu diyor: Mahzun Krımızıgül'den yönetmen mi olur? Onun çekeceği filmden ne olur?

Beyaz Melek çıktığında bir şaşırmıştım yönetmne koltuğunda Mahsun Kırmızıgül'ü görünce. Ama ikinci film projesi gelince anladık ki bu tek filmlik bir heves değilmiş. Yani Mahsun bundan sonra belki müziği bırakıp film yapacak.
İlk filmde bir sürü adam eleştirdi bu adamı. Ne filmi? Ne alaka? Yani izlenmeden yapılan eleştirilerdi bunlar. Önyargıyla dolu. İzlemeden başkalarının eleştirileriyle filmi eleştiren yazılar, söylemler. İzledik filmi ve gördük ki o kadar da kötü değil. Tamam dramatize edilen sahneler, gereksiz sahneler ve atlanan detaylar var. Ama bu bir ilk film ve bu noktada Türkiye için eli yüzü gayet düzgün bir film. Babam ve Oğlum başyapıtsa bu film de imdb'den bir 7 puan alır. 

Şimdi bu adam ikinci bir film çekiyor. Büyük bir bütçe, iyi bir oyuncu kadrosu, daha önce çok dile gelmeyen bir senaryo. Gelmeyen demek de hata. Getirilmeyen. İzin verilmeyen. Belki bu Akp'nin Kürt açılımı sayesinde destek almış olabilir ama bu kadar büyük kitlelere ulaşacağı belli ve önyargılarla karşılacak bir senaryoyu ele almak cesurca. Ve belli ki bunu ustalıkla kotaramamış. Ama bu bu kadar eleştiriyi anlamlı kılmıyor yine de. Ortada bir film var bu Türkiye normlarında, belki de üstünde. Çok sık rastlanmayan bir oyuncu yönetimi ve en önemlisi görüntü yönetimi. Yani film bazında eleştirmek mümkün ama bunu belden aşağı vurarak yapmak anlamsız. 

Şimdi yukarda dediğimiz noktaya gelelim : Mahsun'dan yönetmen olur mu? Olur. Kral'ı olur hem de. Niye diyeceksiniz. Bu adam 90'lardan beri İstanbul'da. Konservatuvar eğitimi almış. Nerdeyse 15 yıldır her türlü sanatçıyla birlikte, farklı coğrafyalarda yaşamış ve en önemlisi sanatçı. Ağır gelmiştir bazısına bu. Ama şarkıcı olan pek çoğuna göre aldığı ve ürettikleriyle sanatçı. 

Ben sorayım size : İsmail Yk mı sanatçı?  Togan Gökbahar(recep ivedik), Ahmet Uygun(destere), Mustafa Altıoklar(bilumum filmi) yönetmen de Mahsun Kırmızıgül mü yönetmen değil! 

Film mi? Gidin izleyin. Seversiniz sevmezsiniz. dedim ya eli yüzü biraz düzgün olsun yeter artık yalnız ve güzel ülkemde.



17 Mart 2009

Yıldızlar Caddesi



Hong Kong'da Hollywood Hall of Fame caddesine benzer bir "Yıldızlar Caddesi" yapılmış. Ve bu caddenin açılışı da Asyalı film yıldızı ve kalbimizin sahibi Bruce Lee'nin bronzdan bir heykeliyle olmuş. 

Düşünsenize Cüneyt Arkın'ın şehrin ortasına bir heykeli dikilse. Ne hoş olur ama.. Atın üstünde ya da bir kalenin üstüne zıplarken. İkinci önerim de Tarkan'ın ahtopotla savaştığı sahnenin resmedilmesi.

16 Mart 2009

Frozen River

Bir ilk film Frozen River. Courtney Hunt imzalı. Kadınlar hakkında bir film. Bu kadar erkekten arındırılmış ve anneye değinmiş bir filmin bir erkeği sıkmaması çok büyük bir başarı. Zaten kadınların etkileneceği kesin. Bambaşka iki kadının yollarını kesiştiren bu film kesinlikle yılın en iyi  bağımsızlarından.




Filmle ilgili sevgili dostum sakallis'in yazısını koyuyorum. Oldukça iyi anlatmış bence.

doğru tanımı nedir bilemeyeceğim ama kadınlara has bir farkındalık vardır. bir erkeğin anlatmasının çok zor olduğu bir alana ait bu farkındalık. kadınların içgüdüsel fedakarlıklarını daha belirgin kılan bir durum denebilir. yaratıcı olmanın beraberinde getirdiği bir sorumluluk duygusu. frozen river’daki anneliğin hissettirdiği şey budur. annelik çoğu zaman boyuna posuna bakmadan dağları devirmeye, imkansıza karşı yürümeye benzer. buradan anlatmaya başlıyor courtney hunt. kadın olmanın avantajı ile soğuğun ele geçirdiği gerçeği bağımsız sinemanın anlatı düzeneğinde çok çok iyi kuruyor. 

fakirlik, sosyal sıkıntılar, bürokratik problemler, insani durumlar her şey hikayenin bir yerinde bekliyor. filmin küçük ama etkili hikayesinden sert birer öğe olarak kendilerini belli ediyorlar. bazı yerlerde ırkçılık, bazı yerlerde cahillik olarak beliriyor bütün bu gerçeklik parçaları. bazen empati kurmayı bile imkansız kılıyor. hayal kurmanın gerçek dünyada nasıl durduğunu insanın yüzüne çarpıyor.

yönetmen hikayesini allayıp pullamamak, dramatik dozajını suni biçimde şişirip gözyaşı sağanağına çevirmemek için bütün yapay elementlerden uzak duruyor. çok da iyi yapıyor. pürüzlü hikayesi, beyaz ve mohawk iki annenin yasadışı dünyanın sınırlarına giren halleriyle kıtalararası olarak bile hissedilebiliyor. insanın içinde acı bir tad bırakıyor. derdini anlatıyor. derdini anlatabilmek çok mühim. başka birilerinin derdinden haberdar olmadan kendi derdini en büyük görür insan. courtney hunt, frozen river’da soğuğun içine saklanarak güzel anlatıyor.

ve sonunda filmini kapatırken bir biçimde o soğuğun içerisinden insanın içine bir ateşi bırakıveriyor. bir bağ, bir umut, bir olasılık ama bir şey bırakıyor. mutlu son gibi değil. gerçek dünyada olabilecek bir kendini iyi hissetme anı. 

biz de 
melissa leo’ya ve misty upham’a gönlümüzün ödüllerini veriyoruz ve bu film vesilesiyle bağımsız sinemanın varoluşuna şükrediyoruz.


                                                                                                                                                                 sakallis (20.02.2009)




Not: Donmuş Nehirler sanıyorum beni farklı da etkiledi. Pek sık karşılaşacağımı düşünüyorum zira önümüzdeki aylarda.

11 Mart 2009

Bir Alışverişkoliğin İtirafları


Şimdi ben kaç yıldır doğru dürüst alışveriş yapmamış bir kişiyim. Anca ihtiyacım olan bir şey varsa 2-3 mağaza gezer alırım. Fenalık gelir bana böyle giy çıkar dene, fiyatları aklında tut falan. Başkası denerken belli bir miktar sabır gösteririrm ama kırılma noktasından sonra yanımdakinin şansı yok. 


 Peki böyle bir insanken ne için gidip Bir Alışverişkoliğin İtirafları'nı izledim? İki üç sebep var aslında, birbirinden bağımsız.
1- çok sinirliydim. kendimi sokağa atmıştım. tektim ve akla en yatkın şey sinemaya gitmekti. 
İlk film buydu.Hem eğlencelidir diye düşündüm ki yanıldım. Bu kadar klişenin eğlenceli 
olması ihtimali yok. İki güzel kız bir yakışıklı erkek ve sonunda mutlu son. Aman yarabbi!
ne hikaye ama.
2- bir arkadaşım tavsiye etmişti. Kitaplarının hepsini okumuş ve çok beğenmiş, 
orjinal ve yaratıcı dedi. Ama izlediğimiz film bunlardan çok uzakta. Anlaşılan o ki 
üstelik iyi bir uyarlama da değil.
3- bu türe son bir şans vereyim dedim. ama when mary met sally ilk ve son film olabilir.
Yok aslında tek değil.Nothing Hill, About a Boy, 4 Nikah Bir Cenaza var. Demek ki neymiş? 
Romantik komedi İngiliz yapımıysa izlenir.

Neyse alışveriş çılgınlığını kötü göstermeyi başaramıyor film. Tek sıkıntı kredi kartı ekstreleri. Yani aslında alışveriş
falan güzel şeyler Yoksa o kadar güzel marka adının geçmesine izin verir mi? Vermez. Supersize Me'deki 
gibi olmuş. Ondan da hamburger yemek istemiştik film birtince.

09 Mart 2009

Sessiz Bir Adamdı

Kadrosuna baktığınız zaman göz dolduran bir film “He was a quiet man”. Yönetmen koltuğunda ise Cappello.

Başrolünde Christian Slater, John Gulager ve Elisha Cuthbert oynuyor. Bu dolu kadroya iş yerinde ve çevresinde kimseyle konuşmayan Bob’un bir gün işyerini kan gölüne çeviren kendini kaybetmiş arkadaşını vurarak kahraman olmasını ve bunun sonuçlarını anlattığını duyunca izlememk olmaz dedim. Filmi 2008 mayıs gibi izledim. Bakmayın vizyona yeni giriyor. Bu güzel kadro ve hikayeye yüzyılın en büyük yönetmenlerinden biri olan Coppola. İşte bu kombinasyonla oturunca yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam size.

Ne kötü bir film, ne kötü senarya ne kötü görsel efekt koyma çabası.

Filmde anlatılmak istenen tam olarak şu gibi : hayatını hayallerle süsler, yaptıklarınla pislersin. çok kurcalamamak lazım, olduğu gibi iyidir.

Ben yönetmenin de çok kurcalamaması gerekirdi diye düşünüyorum. işin garip tarafı okuduklarım filmin beğenildiğine işaret. Hem bu hem de kötü film yüzünden afişteki kurşunlardan birini beynime istiyorum.

Bir sebebi daha var o kurşunu istememin. Evet filmi Coppola filmi sanarak izledim ki etrafımda bu gaflete düşen tek kişi ben değilim. Aynı şaşkolozluğu yapanlar var. Evet arkadaşlarım da bana benziyor. Cappello nedir ya? Bu kadar kolpa olur.

08 Mart 2009

Yeni Çıkan Dvdler 2


Yeni çıkan dvdler oldukça doyurucu gözüküyor.


Türk Filmi olarak bol ödüllü  Tatil Kitabı'nı tavsiye ediyorum. Seyfi Teoman İmzalı film pek çok festivalden ödülle döndü.  Fiyat :   17,59 TL 

Amerikan Bağımsızı olarak Barton Fink göze batıyor. Coen'lerin belki de en iyi filmi olan bu yapıt kesinlikle arşivlerde yer almalı. Fiyat :   8,80 TL

Akira Kurosawa imzalı Sanjuro ve Yojimbo birlikte kutulanmış. türünün iyi örneklerinden. Uzakdoğu sinemasının bu güzide yapıtları mihenk taşı niteliğinde.  Fiyat : 36,71 TL

Yönetmen Marc Fosters'ın yöneterek bizi şaşırttığı Quantum of Solace 18 Martta satışa çıkacak. Ön sipariş alınmaya başlandı. Meraklısına duyurulur.   Fiyat : 24,64 TL


Not: Fitaylar İdefix.com dan alınmıştır.

Three Monkeys


Sight and Sound Mart 2009 sayısına ulaşmak, canlı canlı elimde tutmayı çok isterdim. Oldukça ilgi çekici çünkü. Öncelikle kapakta Kubrick var ve ana tema olarak işlenmiş. Ne güzel. Acaba biz de popilist olmayı bırakıp sinema sanatıyla ilgilenecek güzel bir dergi olur mu önümüzdeki yıllarda? Zor. Varsın olmasın. 

Neyse dergi bu sayısında Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes'dan yine ödül alan filmi Üç Maymun'a değinmiş. Okuyalım bakalım ne demişler ve kendi görüşlerimizi hatırlayalım.

Nuri Bilge Ceylan'ın filmi son dönem Avrupa sanat filmleri arasında ferklı bir yerde. Film noir sayılabilcek film Visconti'nin Ossessione (1943) ve Béla Tarr'ın The Man from London (2007) filmlerine benzemekte. Başlığından da anlaşıldığı gibi konuşma, dinleme ve görme  ana,baba ve oğul arasındaki inkar ilişkisinin temel noktasını oluşturmakta. Bu suç draması sanki James M. Cain'in kitaplarından uyarlamaymışcasına yozlaşma, tutku ve intikam ön planda. 
Dairesl bir anlatımla karşı karşıyayız. Bir adamın ölümüne sebep olan bir trafik kazası var ve biz bunu görmüyoruz. Kazayı yapan Servet'in ölümünü de yine görmiyoruz. 
İsmail'in gömleğinin nasıl o kadar kan olduğunu ya da Eyüp cezaevinden çıktıktan sonra eşi Hacer'le ne konuştuğunu da görmüyoruz. 
Film karakterden karaktere atlıyor, aile olarak üçlüyü sadece evin balkonunda son sahnede görüyoruz. Başta Eyüp merkezli olacak sanırken hikaye Hacer'e sonra da oğlu İsmaile dönüyor. Eyüp tekrar filmin sonunda filme giriyor. Sahneler suçluluk paslaşmalarıyla değişiyor. İsmail'in tahminen boğularak ölen kardeşine ne olduğunu bilmiyoruz ve sanki suçluluk duygusunun filmden öncesinde ailenin etrafında olduğunu anlatıyor. Bu nedenle Hacer'in aşkı dışarda aramasını, Eyüp'ün hapse girmeyi kabul etmesine ve İsmail'in böyle davranmasına sebep oluyor gibi.
Babanın zayıflığı, annenin kaçak aşkı ve oğulun kin dolu öfkesi klasik kara filmden çok klasik bir trajediyi andırıyor. 
Film ayrıca politik ve tarihi olaylara da değiniyor. Seçim sonuçlarıyla AKP duruşunu ve islami değişime dem vuruyor. Zaten Eyüp de ruhsal arayışı için camiye gitmesi manidar. 
Filmin HD kamerayla çekimleri de farklı denemelerde bulunulmuş. Üç karakterin de hapisanesi olan evde widescreen çalışılması gibi. Bu görüntü yönetimi filme metalik bir parıltı da veriyor.

Bu filmle ilgili okuduğum en iyi tespitlerdi. Belki hepsini size aktaramamışımdır bile.
Benim bakış açımı kesinlikle değiştirdi. Tabi benim ne kadar tırt bir izleyici olduğumda ortaya
çıkmış oldu ama yapacak bir şey yok.

Duman yeni albümden yeni şarkı




anam dedim. 
yeni şarkı gelmiş.
dinledim. olmuş valla.

buradan dinleyin. ilk başta yadırgasanız da 2-3 dinleyiş sonrası olmuş diyeceğinize eminim.
 


05 Mart 2009

Sonsuz Liste




Ne keyifli filmmiş. Ne güzel bir şarkı listesiymiş. 
Gerçekten sevgiliyle otur izle. 
Ben sevgiliyle izlemedim ama yanımdaki çift oldukça keyifli gibiydi.
Herkesin seveceği bir film. 

Filmin müzikleri de oldukça keyifli. Bir Garden State OST gibi yeni gruplar yaratabilir.



  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP