The International
Tom Tykwer bir Bond filmi çekse bu kadar olurmuş. Tek farkı ise, aksiyonun yanına biraz sosyal sorunlar yedirmiş ve Bourne gibi de dünyayı gezmiş. Clive Owen ve Naomi Watts da Tykwer ne dediyse onu yapmışlar. Tykwer de madem büyük bütçeli film yapıyoruz deyip nimetlerinden yararlanmış.
Clive Owen, Pierce Brosnan'dan sonraki James Bond olacak spekülasyonlarından hemen sonra Pembe Panter'de "Ajan 006" canlandırarak bizleri eğlendirmişti. Gerçi son dönem filmlerine bakınca aradan sıyrılanlardan birinin Bourne Identy'deki profesöt rolü olduğu aşikar. Filmin Bondvari-Bourne seyahatlerine kesinlikle ayak uydurabildiği kesin Clive Owen'ın.
Kır saçlı Interpol ajanı Louis Salinger bir buluşmada gizli bilgiler elde edecek arkadaşını bekler ve tam yanına gelecekken yere yıkıldığını görürü. Zehirlendiğini anlasa da arkadaşı için yapacak bir şey yoktur. Bunun verdiği öfkeyle araştırma yapmaya başlar. Avrupa'nın göbeğinde, satın alınan silahlar ve füze başlıklarının izini takip etmeye başlar. Bu silahların nereye gideceği bellidir.Luksemburg merkezli bir banka. Gelişmemiş ülkelerdeki iç savaşları körüklemek amaçlı satın alınan silahları bankanın ne amaçla kullanacağını araştırırken güzel CIA ajanı Eleanor Whitman'dan destek alır. Bankanın silahlar sayesinde iç savaş yaratıp o ülkeleri borç batağına sokup sonra da onlara kredi sağlayarak daha! zengin olmak istediklerini fark ederler .Ancak hayatları risktedir çünkü banka her türlü pis işe bulaşmıştır. Huzur ve rahat içinde gördüğümüz banka başkanı bile bir sürü olaya ve ölüme onay verebilmektedir. Bu uğurda Londra'dan Roma'ya Münih'ten İstanbul'a bir takip başlar.
Filmin Guggenheim Müzesi ve Sultanahmet Camii'nde geçen bölümlerindeki kovalamaca ve çatışma sahneleri Hitchcockvari bir sürükleiyicilkte germeyi ve etkilemeyi başardı. Filmin en hatırda kalan iş yapmasını sağlayan bölümler diyebilirim.
Tykwer'in yönetmenlik oalrak garip tutumları vardı filmde. Mesela Eleanor Whitman'ın eşinin filme nasıl hizmet ettiği, Salinger'ın eski dosyası en basiti usta bir katilin demir bacak desteği takıyor olması ve bunun onu ele vermesi gibi. Detayların çok düşünülmediği ve bazen hava da kalan sorula ve durumlar olduğuydu. Ama yarattığı Salinger karakterinin filmin sonunda adaleti kendi eliyle vermeye çalışması ve sistemin dışına çıkması "Heaven"daki Philippa'ya ya da "Parfume"daki Jean-Baptiste Grenouille'e benziyor olması tesadüf değildi. Kendisinin sistem eleştirisini kendisinin yapıp bankaları afaroz edmeye çalışması da bu yüzden. "Black Diomand" ve "Arka Bahçem"de de aynı şeyi görmüştük. Benim gözümde üç filmde eleştirilerini iyi yapmakla beraber sinematik dili ikinci plana atmışlar.
Tom Tykwer'in bu filmi eğer bir Avrupa filmi olsaydı daha sade ve akıcı olacağı kesin. Sahip olduğu takdiri tırnaklarıyla kazımış bir yönetmen olarak stilini Kiewsloski'den aldığını düşündüğüm Tykwer aynı ustanın "Kör Talih" filmindeki gibi "Run Lola Run" da 20 dakikada 100.000 mark bulmanın ya da bulamamanın 3 farklı haline anlatmış ve aynen Kiewloskivari bir kader ve şans filmi yaratmıştı. Leh yönetmenin tamamlayamadığı projesi "Heaven"e el attı, ardından kısa filmi "True" ve oldukça beğenilen "Perfume: Story of a murderer" gibi iyi filmleriyle elini attığı şeyleri kotarmayı becermişti. Soru şu: Ne oldu da Hollywood'a transfer olma ihtiyacı duydu?
Ama film ne Bond kadar gösterişli ne de Bourne kadar enerjik. Bu açıdan Tykwer'ın büyük stüdyo filmi yapmak için acele ettiğini düşünüyorum. Sıkılmadığımı da itiraf ediyorum.
7,5/10
0 yorum:
Yorum Gönder