30 Nisan 2010

Başka Dilde Aşk

Samimi, iyi niyetli ama vasat.

romantik filmlerden böyle bir beklentimiz her zaman vardır.

imkansızı isteriz. imamla rahibenin aşık olabilmesini, zengin kızla fakir erkeğin her şeye rağmen bir araya gelmesini ve sağır,dilsiz bir erkekle tüm gün konuşup dinleyerek para kazanan çağrı merkezi çalışanı kızın iletişim kurabilmesini isteriz. Duygusal yanımız bunu söyler. Çevrelerindeki insanlar aklı selim konuşunca da kızarız onlara. Engel olmasın kimse aşka diye.



Sinema bundan bolca beslenir zıt kutupları bir araya getirir. Zaten fizik kanunları bile zıt kutupların birbirini çekeceğini ve onları bir araya getirmenin mecbur olduğunu bilir. Bunu pek çok kere kullandı da. Olmayacak insanları bir araya getirdi. İyisi de oldu kötüsü de.



Ama Başka Dilde Aşk buna kötü bir örnek. Muhtemelen şu andan itibaren arkadaş çevresi gibi mantıkla yaklaşacağım ve duygusuzlukla suçlanacağım. Olsun. Ben genelde bu duruma aldırmam. Başka Dilde Aşk tek bir düşünceden ortaya çıkmış bir film. Bu çok açık. Yukarda bahsettiğim tezatlığın çekiciliğinden. Ama bunu yaparken içini, altını dolduramadığı bir senaryoya sahip olmanın azizliğine uğruyor. Ne demişti Wody Allen : İyi senaryodan kötü film çekebilirsiniz ama kötü senaryodan iyi film çekilemez. Çok açık bir şekilde iyi niyetli ve duygusal yanı ağır basmaya çalışan bir senaryo var ama o kadar çok aksıyor ve gereksiz şeyleri anlatıyor ki film bir anda anlamsızlaşıyor. Neden izledim ben diyorsun. Gereksizlere yoğunlaşması geeklileri atlamasına sebep oluyor üstüne üstlük.



Alt metin de emeğin sömürüsü ve engelli insanların toplumdaki yeri (ki buna çok az değiniyor) temalarının ötesine neredeyse geçemiyor. Karakterler havalarda uçuşuyor. Neler kimler tam bilemiyoruz bile. Hasbel kader Lale Mansur sebebiyle sağır tarafı bilsek de, konuşan kızın sadece iş ortamını biliyoruz ve karakteri zayıf kalıyor. Neden kürek çektiği adamın, kütüphanede neden çalıştığı, kızın ailesi ve dünyaya bakışı, alt komşunun anlamsız alt hikayesi vb. pekçok havada kalan şey film bitince insanı yoruyor. boşlukları kendimiz doldurmaya çalışıyoruz.



Filmin finali ise "The Graduate" ya da "Garden State"vari bir finale benziyor. Zira sonu iyi (mutlu) yorumlarsam vereceğim not 5'e düşecek.



İyi niyet, kapital sömürüsüne olan eleştiri ve orta oyunculuklar nedeniyle tebrik etsem de filmi beğenmediğimi belirtmem gerek.



Not: kurgusal geçişlerdeki yoruculuk ve müzik tercihleri ve giriş bitişleri ise gerçekten rahatsız ediciydi. ve eğer senaryoyu yazan kişi çekmeseydi teknik ve aksayan senaryo bölümleri düzeltilirdi. ama yönetmen kendi senaryosunda aksayan yerleri göremiyor.

27 Nisan 2010

The Men Who Stare at Goats

"göreceklerinizin çoğu inanamayacağınız kadar gerçek"

ghostbuster'ın gerçek bir olay örgüsüne dayandırıldığını ve Big Lebowski'nin bir Amerikan ordusunda rütbeli subay olduğunu düşünün. Bu film böyle bir şey. Zaten yukardaki açılış cümlesi en başta sizi buna hazırlıyor.

amerikan ordusunun buna benzer bir çalışma yapmış olabilceğine hiç şaşırmadım. herşeyi deneyebilirler savşta kazanmak için. gerçi "yeni dünya ordusu"nun görevi savaşmayı engellemek. savaş karşıtı bir birlik yani. amerikan ordusunda barınamayacak bir birlik yani. barındırmazlar zaten.

Konu ise şöyle. Wilton (Ewan Mcgregor) Yeni Dünya Ordusundan biriyle ilk sayfadan gazetede yayınlanacağını umduğu bir röpörtaj yapar. Tabi ki tutmaz. Hazır gündem Irakken ve karısını onu terk etmişken gidip savaşta atraksiyona girmek ister. Burada karısına dramatizasyon yapma isteği de eklenir. kuveytte biriyle karşılaşır ve beraber ıraka geçmeye karar verir. Ve o adamın eski bir "yeni dünya ordusu" askeri olduğunu öğrenir ve herşey değişir.

Başlarına gelmedik şey kalmaz.

Film iyi mi? Bilmem.
Komik mi? Sanmam.
Sıkıcı mı? Sankim.
İzlensin mi? Yapmam. Tavsiye etmem. Bence gereksiz bir film.
Koyun olursan güden çok olur demek için gereksiz bir çaba. Savaş karşıtlığı da ne olursa olsun Amerikalıların üzerinde sakil duruyor.

20 Nisan 2010

İki Film Birden

Zombiler bile Ejder'den daha iyi.


Ada : Zombilerin Düğünü, türkiyenin ilk zombi filmi olarak sunuluyor.
Bu film öncelikle tabi ki dünyadaki türevi filmlerden besleniyor. Hikayesi yer yer eğlenceli yer yer korkutucu unsurlara Dawn of Dead gibiyken, amatör el kamerasıyla çekimi nedeniyle Blair Witch ve Cloverfield'i andırıyor (Ki Cloverfiels bu kamerayı çok çok iyi kullanıyordu).

Bir düğün için Ada'ya giden gençler gayet eğlenceli ve dışardan bakınca keyiflidirler (CLoverfield'ın ilk sahneleri gibi). Bir düğüne giderler ve biraz karakterleri tanırız ki sonra hiçbir işimize yaramayacak, biraz eğleniriz, sonra umulmadık anda da zombilerin düğünü basmasına ve korku dolu anların başlamasını izleriz.

Yani karşımızdaki şey çok orjinal bir şey değil. Görüntü yönetiminin ve oyunculukların vasatlığını da ekleyince çok da izlenmese olur filmlerden biri haline geliyor.

Tek artısı bazı yerlerde gerçekten çok salak espriler var ister istemez güldürüyor.

5/10



Ejder Kapanı daha çok seyirciye ulaştı şüphesiz. O da türünde ilk olma çabasında.

Fransız destekli (Luc Besson'ın ekibi gelmiş) Hollywoodvari gereksiz polisiye film. Fransadan her yıl böyle filmler çıkardı, artık Türk film piyasasının hareketliliğiyle türkiyede de çıkacak anlaşılan.

Ama Uğur Yücel'in böyle bir iş çıkarması enteresan. Para kazanmak için deseniz gereksiz para harcanan sahneyle dolu, derinlikli konulara değiniyor deseniz alakası yok. Adalet sistemine hafiften giydir, bir cümleyle doğuda savaşanların travmasına değin ama karakterlerin hepsi havada kalsın, gereksiz araba sahneleriyle süsle, anlamsız seslendirmeler konuşmalarla donat ama iyi aksiyon diye sat.

Gerçekten denmişti iyi değil diye de bu kadar vasat bişey de beklemiyordum. Kesinlikle izlenmemesi gereken bir film.

4/10

(bu da ilk 4/10 notum. düşünün artık)


16 Nisan 2010

Tol Lan!!!

devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi


tol nedir?

ev?
nefret?
deli?
şiir?
ahmet?
intikam?
diyarbakır?
aşk?
kitap?
intikam?
yol?
ismail?
izmir?
ölüm?
şarap?
devrim?

tol nedir?




çözüldün ve utancından ölecek haldesin. adın, ancak dünyanın yarısı havaya uçarsa temizlenir diye düşünüyorsun. zaten durmadan bunu planlıyorsun. birbirinden nafile intikam planlarıyla oyalanıyorsan. kafana kurşunu sıkana kadar da bundan başka bir şey yapacağın yok. geçen sene aldığın o allahlık kırıkkale tutukluk yapmazsa tabii."

15 Nisan 2010

Bunny and The Bull

Renkli. Eğlenceli. Sıkıcı.


Festival filmlerinin genelde kendine has bir tadı oluyor (herhangi bir festivalden bahsediyorum). Farklı bir yerde duruyorlar. Kötü olsalarda izliyorsun. Farklı olduğunu biliyorsun çünkü. Klişe olan ya da bir özelliği olmayan bir filmi festival seçkisine almazlar yani.

Bu açıdan Bunny and The Bull'un neden gösterildiğini anlıyorum festivalde. Genç bir film. Eğlenceli. Bolca renkli. Değişik yerler, yaratılan mekanlar ve değişik görsellik. Ama bunca kritere rağmen sıkıcı ya film. Hem de öyle böyle değil. 90 dakka bile olmamasına rağmen 3 kere ara verdim. Yani belli bir amaca hizmet etmeyen görsel efekt ve zihinsel oyunlar sakilliğiyle yoruyor insanı. Bir Michel Gondry havası olsa da çekici olmuyor olamıyor.

Konusu ise fazla kıl tüy Stephan sistematik, vejeteryan eğlenmeyi bilmeyen, bir kıza 3 yıl boyunca takıntılı aşık olan bir tipken, arkadaşı Bunny zıpır, sarhoş, bahisçi, uçkur düşkünü yani Stephan'ın tam zıttıdır. Nasıl bir araya geldiklerini bilmeyiz. Ve kazandıkları bir bahis sonrası Avrupayı gezmeye çıkarlar.

Ama bu bir yol filmi değil. Bu Bunny'nin filmi de değil.

6/10

13 Nisan 2010

Lebanon

Lebanon kesinlikle Waltz with Bashir'in peşinden giden iyi bir savaş karşıtı film.


Venedik Altın Aslan ödüllü bu film için sanırım denilecek çok şey var. ben karışık duygularımla rastgele değinmeye çalışacağım.

Öncelikle filmin konusu kısaca şöyle; İsrailin Lübnan'a savaş açtığı ilk güne değinen film, bir tankta görevli 4 askerin, "insan" olan bu çocukların, korkularıyla, kavglarıyla, sakin kalamayışlarıyla ve en önemlisi o daracık tankın içine sıkışmışlıklarıyla hayatta kalmaya çalışmalarına değiniyor. Tanka yeni atanan Shmulik daha ilk görevinde hepsi acemi olan arkadaşlarının da gergin olduğu bir gece geçirir ve ardından israilin lübnan topraklarına girişinde görev alırlar. Nişancı olan genç asker tetiği çekmek de zorlanmaktadır. idam fermanını yazmadığı halde cellat olması istenmiştir. Masum insanların celledı.

Yigal, Asi, Herzel ve Shmulik. Birer piyon olarak gösteriliyor bize. Dışardan bakınca onlar piyon (katil). Ama içerden bakınca (kastedilen tankın içidir) hepsi korkak çocuklar. Savaştan ölesiye korkuyor, en kolay görev olan St. Tropez kasabasını temizleme görevini tamamlamadan ailelerinin yanına dönmeyi düşünüyorlar. Savaşmak, birinin ölümüne sebep olmak istemiyorlar. Kavgacı Herzel de ana kuzusu Yigal de evi düşünür. Shmulik tetiği çekememesi meşru kılmak için Asi'ye "neden nişan aldığım hedefin tetiğini sen çekmiyorsun" diyor. Asi ise komutanı olduğu tanktaki hiyerarşik pozisyonunu korumakla, insancıl davranmak arasında sıkışıyor. Bu kadar az söz, mekan kullanımına rağmen her 4 karakter de derinlemesine ve başarılı bir şekilde resmediliyor.

Yönetmen filme pek çok farklı şey katmış. Öncelikle Dışarıyı gösterdiği her ana tankın dürbününden tanık oluyoruz. Bu o anlarda belgeselvari bir hava yaratıp, rahat bir açı vermeyerek bizi de tankın içine sokmasıyla sonuçlanıyor. Klostrofobik ortam bir şekilde bizi de hapsediyor, hatta yer yer nefes almamızı bile engelliyor. Bu kamera oyunu daha sonra (nişancı dürbünü olduğu için) hedef de gösteriyor. Burada hedef olanlar da olması gerektiğini düşündüklerimiz de hedefi hedef haline getirenler* de var. Doğru yanlış hedefler. Düşmana saldırmazken, masum birini hedef alabiliyor. Yer yer içimizden geçtiği üzere İsrail askerini hedef alabiliyor (her an patlar kaygısı yaratarak). Hiç çekinmeden ölülere bakabiliyor. Onların yanında anlamsız soğukkanlılıkla oturan yaşayanlara, ailesini kızın kaybetmiş çıplak bir kadına nişan alıyor. Namlunun (kameranın) ucunda hiç olmayacak bir an ve yerde Paris, Londra hedef oluyor.(bkz:hedef*). İkiz Kule'ler afişinin önüne park eden Phalangalistleri gösterirek kulelerin de hedef olduğunu gösteriyor. Kamera çok yönlü çok acımasız ve çıplak. Kamera dışarı da bir silah.

Sonuç olarak kamerası ve karakterleriyle savaşın çıplak yönünü gösteriyor film. Sert bir şekilde gösteriyor ve ekliyor "bu en kolay görevdi". Savaşın sonrasını varın siz düşünün.
Filmin açılış sekansında görünen ayçiçek tarlasını filmin sonunda afişteki haliyle içinde tank varken görüyoruz. Abestle iştigal bu durum savaşın gereksizliğine sert bir gönderme kanımca.

Not: Filmin çıkış noktası da bu afiş ayrıca. Tüm hikaye bu sahneyi gören yönetmen tarafından yaratılmış. Bazen tek kare yetiyor demek ki bir şeyleri anlatmaya (anlamaya)

8.5/10

11 Nisan 2010

High Fidelity

"what came first, the music or the misery? people worry about kids playing with guns or watching violent videos afraid that some sort of culture of violence will take them over. nobody worries about kids listening to thousands, literally thousands, of songs about heartbreak, rejection, pain, misery, and loss. did i listen to pop music because i was miserable? or was i miserable because i listened to pop music?"


Rob Gordon sinemanın gördüğü en gerçek karakterlerden olmakla beraber en doğal erkeği. Gerçek erkek tanımını yapar da zaten : "bencil, dürüst, duygusal". Ve buna ekler "Dünyanın zeki adamı değilim. Ama en aptalı da değilim."

16. kere izledim daha dün. En iyi beş listemde çok önceden yeri hazır zaten. Nick Hornby'nin aynı adlı kitabından uyarlanan bu Stephan Frears filmi hayatım boyunca en çok izlenen film olma özelliğini zannetmiyorum ki kaybetsin.


Customer: Do you have Soul?
Rob : That all depends.


07 Nisan 2010

Madeo

unut. hatırlamak neye yarar ki! *

bu koreliler suç filmi çekiyorsa izleyecen hacı.
oldboy, bittersweat life, the chaser ve şimdi de mother.

daha önce the host ve memories of murder filmleriyle tanınan koreli yönetmen joon ho bong yine koreden beklenmeyen bir filmle çıkıyor karşımıza. aslında artık bekliyoruz böyle şeyler kore sinamasından. ama her seferinde bir önceki filmin üstüne birşeyler ekleyen biri çıkıyor ne mutlu ki bize.

filmin konusu şöyle : bir cinayet sonrası tutuklanan (hafif) zihinsel özürlü oğlunu kurtarmak ve masumiyetini ispatlamak için çırpınan ve polis gibi araştırma yapan bir anneyi anlatıyor. oğlunun cinayeti işlemediğine inanan bu kadın araştırması sonucunda pek çok şeyle karşılaşıp daha derine inmeyi başarabilecek (mi). düşünülenin aksine klişeyi kırarak yapacak hem de herşeyi. bir anneden beklenmeyecek tarzda. aslında fazlasıyla bir anne gibi yapacak. acemice. içgüdüsel. oğul sevgisiyle tükenmez bir enerjiyle.

Öncelikle türündeki filmler gibi intikam, yalanlar ve unutmak üzerine bir film var karşımızda. rahat durmuyor. saldırıyor sürekli anneyle birlikte herşeye. kendine ve bize bile.

kadın oyuncu hye ja kim'in performansı ise görülmeyi hak ediyor gerçekten. acı çekiyor, ağlıyor, hırslanıyor, sinirleniyor, şaşırıyor ve en önemlisi unutuyor. bunların hepsini de net bir şekilde yansıtıyor bize.

iyi bir film mother. izlerken sıkmayan, seyircinin merakını arttıran ve klişeleri kırarak devam eden bir film. hele filmde bazı sahnelerde (son otobüs sahnesi başta olmak üzere ki sanırım o sahnenin tamamına aşık oldum) görüntü yönetimi ve yaratılan kompozisyon fazlasıyla etkileyici.

8,5/10
* filmin ana teması başlıkla alakalı olmayabilir. olabilir de.

06 Nisan 2010

300 Spartacus

Sex sells


300 spartalıya karşı bir spartacus ne yapardı acaba?

Spartacus'u iyi kötü herkesi bilir zaten. capua'da bir gladyatör okulundan kölelerin özgür kalması için kaçar ve bir anda binlerce köleyi de arkasına alarak kaçar. büyük roma ordusuna karşı bir kaç zafer kazansa da sonunda yenilir ve haça gerilip idam edilir. Beraberinde pekçok köle ile birlikte.

E bunun bir de film versiyonu var hepinizin bildiği üzere Stanley Kubrick tarafından çekilmiş olan. Kirk Douglas'ın Spartacus olduğu. saatler süren dönem şaheseri ki yine de benim az sevdiğim Kubricklerden biridir.

Diziye gelecek olursak biraz filmden biraz olayın kendinden biraz Gladiator filminden ve bolca Hollywood'dan yararlanmış. Teknik açıdan ise 300 filminin aynısı.

Dizi bol aksiyon, kan ve bolca sex (açık sahne) içermekte. Amerikada kablolu tvde yayınlandığı için sansüre takılmıyor.

Yine aynı şekilde bir Trakyalı esir alınarak arenaya atılır. Ancak hayatta kalır ve eğitildikçe bilenir, iyileşir. Tek derdi özgür kalp güzeller güzeli karısına ulaşmaktır. Dövüşür de dövüşür. Tabi bu arada Roma'nın soyluları kadınları sever, köleleri öldürür ve refah içinde yaşamaya devam eder. Spartacus karısına kavuşru mu? Ona kavuşsa özgür kalır mı? Arenada zafer elde edebilir mi görüyoruz beklendik şekillerde.

Ama diziyi çekilir kılan tek şeye gelecek olursak, Roma döneminde her an gözden çıkabilecek hayatlar dizide de anında sonlandırılaibliyor. Yani bu karakter ölmesin diyen yok. Tiz vurun kellesini durumu söz konusu. O nedenle bir bölümde kim ölecek kim kalacak tahmini zor. Çekilir kılan diğer unsurda tabi ki çıplak ve güzel kadınlar. Tabi çıplak ve yakışıklı yiğitler de yok değil.

Ama dizi 300 tekniğine çıplaklık eklemenin ötesine geçemiyor maalesef.
Yine de başlarsanız bölümler bitiyor haberiniz olsun. Gereksiz ama sıkılmadan saatler geçirmek için.

04 Nisan 2010

Agora

Bu filme iyi diyeni köle gibi sopayla döverim.


En sevdiğim kadın varken sevmediğimi belirtmek isterim. Ama nedir derdi bu filmin derseniz, yoldan geçen aptalı çevirsen "Hristiyanlığı eleştiriyor" der. Ama bunu yaparken bir konun olur, bir yerden gelir bir yere gider. Yani genelde bu (genelden kasıt holywooddur) bir aşk hikayesinin bir tarih hikayesinin ardına güzel güzel yedirilir. Ama Agora ne tarihi aktarıyor ne bir aşk anlatıyor (romantik komedilerin hastasıyım) direk dine girişiyior (en sevdğim şeylerden biri de olsa) bunu yapışındaki çiğlik ve ana hikayenin sıkıcılığı yüzünden uzaklaşıyoruz ve etki azalıyor.

Bu film pekçok geri kalmış (biz dahil) ülkeye şu anda bile uygulanabilir tavrıyla etkileyici olacaktır. Milleti dini değiştirin sonuçlar aynı. Zaten filmin sırf u üzden çekildiği belli. Bilimin önemi, dinin gözü karalığı ve yine "zafere giden yolda her yol mübahtır"cılık.

Neyse ben sevmedim. Çünkü sıkıldım. Dini eleştirmesi filmin artı yanındayken, sadece bunun üzerine bir film yapmış olması da eksi yanı. Dinin artsı ve eksisi birbirini götürünce ve geriye başka bir hikaye kalmayınca elde kalıyor 0 (devlet bahçelinin 40.yıl nutku gibi oldu).

5.5/10

  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP