25 Mayıs 2010

Le voyage du ballon rouge



Herşey bir resim ile başladı ve onla açığa kavuştu.

Öğretmenin çocuklara yorumlattı resimdi hayatta iyi ve kötünün olduğu, yukardan izleyen birinin varlığı ve savrulup giden balon (yaşam).

Fazlasıyla sanatsal imgeler ve bir durum hikayesi. 1950'lerde çekilen aynı isimli kısa filmden esinlenerek yaratılmış klasik bir fransız filmi. Bence leziz. Sevmeyen de hiç sevmez gibi. Ama sinemanın sanat olduğunu ve sanatın evrensel olduğunu hatırlamak için önemli.

24 Mayıs 2010

Cannes 2010



Palme d'Or - Uncle Boonme Who Can Recall His Past Lives
Grand Prix - Of Gods and Men
En iyi Kadın Oyuncu - Juliette Binoche
En İyi Erkek Oyuncu - Javier Bardem
En İyi Yönetmen - Mathieu Amalric "On Tour"
En İyi Senaryo - Lee Chang-dong "Poetry"
Camera d'Or - Michael Rowe "Leap Year"

13 Mayıs 2010

Kick Ass

Diğer çizgi romanlara yaslanan, onlardan beslenirken dalgada geçen çoğundan fazlasıyla eğlenceli ve filmleştirilirken belli ki başarılı bir yapım Kick-Ass.

Hiçbir süper gücü ve özelliği olmayan Dave kötü bir ilk süper kahraman deneyimine rağmen yılmaz ve geçirdiği kazanın acı reseptörlerini kısmasının da etkisiyle ikinci kez telefonla videoya kaydedilmesi sebebiyle bir anda tüm okları üzerine çeker.

Bu sırada abayı yaktığı kızın paçasını kurtarmak için girdiği bataklıkta Hit-Girl ve Big Daddy'nin hayatını kurtarmasıyla yolu gerçekten kötülerle savaşan birileriyle kesişmiş olur. Falan filan. Ne gereksiz uzattım ve dağıttım. Tam olarak böyle olmayabilir olayların gelişimi.

Neyse filmin komik yanlarının ağır basması şiddeti bile müzikler, sempatik adamlar ve eğlenceli figürler sayesinde rahatsız etmeyen bir hale getiriyor. Stilize etmekle suçlanabilir tabi ki. (anıl nerelerdesin?)

Ama pek çok filme gönderme yapan, sağlam replikler koyan ve tutarlı karakterleri sayesinde başarılı bir uyarlama Kick Ass. Sıkılmadan izlenebildği düşünülünce başarı katsayısı da artıyor.

8/10



10 Mayıs 2010

The Man Who Fell From Kosmos

Neden bilmem Kosmos'u Dünyaya Düşen Adama benzetiyorum.



Nerden gelip nereye gittiği belirsiz adam.
Dünyevi amaçlar için kullanılmayan para.
Mistik güçlere sahip olunması.
Coğrafyasız, zamansız bir dünya.
Ne olursa olsun varolan aşk.
Dünya dışı araç.
Farklı şeyler seven yönetmen.
Tam anlaşılmayan yorumlarla zenginleşen film.

Bunlar enteresan ortak noktalar.
İkisi de iyi film.



07 Mayıs 2010

Boys Are Back

Gereksiz filmler kuşağı

Belliki uyarlaması yapılan kitap çok sattı ve dramatik yapısı çok kuvvetli. Ama bir sinema filminde bunu sağlamak o kadar da kolay değil.

Eşi ölünce oğluyla yalnız kalan spor yazarımız, eski eşinden olan oğlunun da Avustralyaya gelmesiyle kendini hem anne hem baba konumunda bulur. Hayat zordur zaten ve iki çocuk bunu hiç kolaylaştırmıyordur. Eşinin eksikliği iş koşuşturmasıyla çocuklarına yeteri kadar özen gösteremez ve bazı istenmeyen sıkıntılar yaşanır.

Evvet doğru bildiniz. Ama güçlü bir baba yıkılmaz. Yıkılsa da hemen kalkar ve aileyi bir araya getirir. Ve klişe finaliyle bizi mutlu eder.

Hiç bir şey vermeyen düşünmeyen ve düşündürtmeyen sadece anneniz izlerken ağlasın diye başlatıp odadan kaçmanız gereken bir film.

5/10

06 Mayıs 2010

Kosmos

Sinemadan çıkan insan kalabalığa karışınca 10 dakika sonra normale dönmedi bu sefer.



Türler üstü, gerçek üstü, türk sineması üstü bir şey var. Ne olduğunu bilemediğim.
Görüyorum. Duyoyorum. anlatamıyorum.

Reha Erdem ne yapıyor nasıl yapıyor bilmiyorum. Ama yapsın. O yapsın, söz ben izleyecem. Düşündürttüğü için ve anlık tükettirmediği için seviyorum bu adamı.

Film hakkında çok şey var aklımda. Hepsi saçma diye korkuyorum. Anlamsız bir sürü şey var kafada yarattığı. Sesler zaten bambaşka.

İzlemeyin.
Ha zaten izlemiyordunuz değil mi?
Uzun yürüyüş olan filmleri sevmiyordunuz.

03 Mayıs 2010

Vavien

vavien hakkında yazacak çok az şeyim var. zira iyi bir film.

en güzelini zaten engin günaydın kendi demiş : "fargoyu çok severim, onun biraz daha yereli ve eğlencelisi. kara komedi." bunun yanına görüntü yönetimi ve oyunculukların üst düzeyde olması ve taylan biraderlerin ayarlı yerinde yönetimi çok şey katıyor filme.

yer yer nuri bilge sahneleri varken yer yer çiçek abbas oluyor yer yer zebercet göz kırpıyor bir kenardan. hiç böylesine kötü bir karakteri iyi görmemeiştik. iyiymiş şerefsiz dedirtmedi hiç bir film bize. salt iyilik ya da kötülükten sıyrıldı, olayların dünyanın ve paranın nasıl etkilediğine baktı insanları.

vavien değişik bir elektrik devresi. sen ışığı burdan söndürsen ordan biri yakabilir.

02 Mayıs 2010

"Stranger" Ep

Stranger by Emre Karaçor



Emre Karaçor yeni Ep'sini yayınlyacak ve ilk olarak burada sizlerle buluşuyor.
devin townsend'in sözlerininin üzerine bestelediği Stranger'in ilk kayıtlarına ulaştık. İsteyenburadan indirsin. İsteyen hemen tıklayıp dinlesin.


Sağol Emre. Eline sağlık.


30 Nisan 2010

Başka Dilde Aşk

Samimi, iyi niyetli ama vasat.

romantik filmlerden böyle bir beklentimiz her zaman vardır.

imkansızı isteriz. imamla rahibenin aşık olabilmesini, zengin kızla fakir erkeğin her şeye rağmen bir araya gelmesini ve sağır,dilsiz bir erkekle tüm gün konuşup dinleyerek para kazanan çağrı merkezi çalışanı kızın iletişim kurabilmesini isteriz. Duygusal yanımız bunu söyler. Çevrelerindeki insanlar aklı selim konuşunca da kızarız onlara. Engel olmasın kimse aşka diye.



Sinema bundan bolca beslenir zıt kutupları bir araya getirir. Zaten fizik kanunları bile zıt kutupların birbirini çekeceğini ve onları bir araya getirmenin mecbur olduğunu bilir. Bunu pek çok kere kullandı da. Olmayacak insanları bir araya getirdi. İyisi de oldu kötüsü de.



Ama Başka Dilde Aşk buna kötü bir örnek. Muhtemelen şu andan itibaren arkadaş çevresi gibi mantıkla yaklaşacağım ve duygusuzlukla suçlanacağım. Olsun. Ben genelde bu duruma aldırmam. Başka Dilde Aşk tek bir düşünceden ortaya çıkmış bir film. Bu çok açık. Yukarda bahsettiğim tezatlığın çekiciliğinden. Ama bunu yaparken içini, altını dolduramadığı bir senaryoya sahip olmanın azizliğine uğruyor. Ne demişti Wody Allen : İyi senaryodan kötü film çekebilirsiniz ama kötü senaryodan iyi film çekilemez. Çok açık bir şekilde iyi niyetli ve duygusal yanı ağır basmaya çalışan bir senaryo var ama o kadar çok aksıyor ve gereksiz şeyleri anlatıyor ki film bir anda anlamsızlaşıyor. Neden izledim ben diyorsun. Gereksizlere yoğunlaşması geeklileri atlamasına sebep oluyor üstüne üstlük.



Alt metin de emeğin sömürüsü ve engelli insanların toplumdaki yeri (ki buna çok az değiniyor) temalarının ötesine neredeyse geçemiyor. Karakterler havalarda uçuşuyor. Neler kimler tam bilemiyoruz bile. Hasbel kader Lale Mansur sebebiyle sağır tarafı bilsek de, konuşan kızın sadece iş ortamını biliyoruz ve karakteri zayıf kalıyor. Neden kürek çektiği adamın, kütüphanede neden çalıştığı, kızın ailesi ve dünyaya bakışı, alt komşunun anlamsız alt hikayesi vb. pekçok havada kalan şey film bitince insanı yoruyor. boşlukları kendimiz doldurmaya çalışıyoruz.



Filmin finali ise "The Graduate" ya da "Garden State"vari bir finale benziyor. Zira sonu iyi (mutlu) yorumlarsam vereceğim not 5'e düşecek.



İyi niyet, kapital sömürüsüne olan eleştiri ve orta oyunculuklar nedeniyle tebrik etsem de filmi beğenmediğimi belirtmem gerek.



Not: kurgusal geçişlerdeki yoruculuk ve müzik tercihleri ve giriş bitişleri ise gerçekten rahatsız ediciydi. ve eğer senaryoyu yazan kişi çekmeseydi teknik ve aksayan senaryo bölümleri düzeltilirdi. ama yönetmen kendi senaryosunda aksayan yerleri göremiyor.

27 Nisan 2010

The Men Who Stare at Goats

"göreceklerinizin çoğu inanamayacağınız kadar gerçek"

ghostbuster'ın gerçek bir olay örgüsüne dayandırıldığını ve Big Lebowski'nin bir Amerikan ordusunda rütbeli subay olduğunu düşünün. Bu film böyle bir şey. Zaten yukardaki açılış cümlesi en başta sizi buna hazırlıyor.

amerikan ordusunun buna benzer bir çalışma yapmış olabilceğine hiç şaşırmadım. herşeyi deneyebilirler savşta kazanmak için. gerçi "yeni dünya ordusu"nun görevi savaşmayı engellemek. savaş karşıtı bir birlik yani. amerikan ordusunda barınamayacak bir birlik yani. barındırmazlar zaten.

Konu ise şöyle. Wilton (Ewan Mcgregor) Yeni Dünya Ordusundan biriyle ilk sayfadan gazetede yayınlanacağını umduğu bir röpörtaj yapar. Tabi ki tutmaz. Hazır gündem Irakken ve karısını onu terk etmişken gidip savaşta atraksiyona girmek ister. Burada karısına dramatizasyon yapma isteği de eklenir. kuveytte biriyle karşılaşır ve beraber ıraka geçmeye karar verir. Ve o adamın eski bir "yeni dünya ordusu" askeri olduğunu öğrenir ve herşey değişir.

Başlarına gelmedik şey kalmaz.

Film iyi mi? Bilmem.
Komik mi? Sanmam.
Sıkıcı mı? Sankim.
İzlensin mi? Yapmam. Tavsiye etmem. Bence gereksiz bir film.
Koyun olursan güden çok olur demek için gereksiz bir çaba. Savaş karşıtlığı da ne olursa olsun Amerikalıların üzerinde sakil duruyor.

20 Nisan 2010

İki Film Birden

Zombiler bile Ejder'den daha iyi.


Ada : Zombilerin Düğünü, türkiyenin ilk zombi filmi olarak sunuluyor.
Bu film öncelikle tabi ki dünyadaki türevi filmlerden besleniyor. Hikayesi yer yer eğlenceli yer yer korkutucu unsurlara Dawn of Dead gibiyken, amatör el kamerasıyla çekimi nedeniyle Blair Witch ve Cloverfield'i andırıyor (Ki Cloverfiels bu kamerayı çok çok iyi kullanıyordu).

Bir düğün için Ada'ya giden gençler gayet eğlenceli ve dışardan bakınca keyiflidirler (CLoverfield'ın ilk sahneleri gibi). Bir düğüne giderler ve biraz karakterleri tanırız ki sonra hiçbir işimize yaramayacak, biraz eğleniriz, sonra umulmadık anda da zombilerin düğünü basmasına ve korku dolu anların başlamasını izleriz.

Yani karşımızdaki şey çok orjinal bir şey değil. Görüntü yönetiminin ve oyunculukların vasatlığını da ekleyince çok da izlenmese olur filmlerden biri haline geliyor.

Tek artısı bazı yerlerde gerçekten çok salak espriler var ister istemez güldürüyor.

5/10



Ejder Kapanı daha çok seyirciye ulaştı şüphesiz. O da türünde ilk olma çabasında.

Fransız destekli (Luc Besson'ın ekibi gelmiş) Hollywoodvari gereksiz polisiye film. Fransadan her yıl böyle filmler çıkardı, artık Türk film piyasasının hareketliliğiyle türkiyede de çıkacak anlaşılan.

Ama Uğur Yücel'in böyle bir iş çıkarması enteresan. Para kazanmak için deseniz gereksiz para harcanan sahneyle dolu, derinlikli konulara değiniyor deseniz alakası yok. Adalet sistemine hafiften giydir, bir cümleyle doğuda savaşanların travmasına değin ama karakterlerin hepsi havada kalsın, gereksiz araba sahneleriyle süsle, anlamsız seslendirmeler konuşmalarla donat ama iyi aksiyon diye sat.

Gerçekten denmişti iyi değil diye de bu kadar vasat bişey de beklemiyordum. Kesinlikle izlenmemesi gereken bir film.

4/10

(bu da ilk 4/10 notum. düşünün artık)


16 Nisan 2010

Tol Lan!!!

devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi


tol nedir?

ev?
nefret?
deli?
şiir?
ahmet?
intikam?
diyarbakır?
aşk?
kitap?
intikam?
yol?
ismail?
izmir?
ölüm?
şarap?
devrim?

tol nedir?




çözüldün ve utancından ölecek haldesin. adın, ancak dünyanın yarısı havaya uçarsa temizlenir diye düşünüyorsun. zaten durmadan bunu planlıyorsun. birbirinden nafile intikam planlarıyla oyalanıyorsan. kafana kurşunu sıkana kadar da bundan başka bir şey yapacağın yok. geçen sene aldığın o allahlık kırıkkale tutukluk yapmazsa tabii."

15 Nisan 2010

Bunny and The Bull

Renkli. Eğlenceli. Sıkıcı.


Festival filmlerinin genelde kendine has bir tadı oluyor (herhangi bir festivalden bahsediyorum). Farklı bir yerde duruyorlar. Kötü olsalarda izliyorsun. Farklı olduğunu biliyorsun çünkü. Klişe olan ya da bir özelliği olmayan bir filmi festival seçkisine almazlar yani.

Bu açıdan Bunny and The Bull'un neden gösterildiğini anlıyorum festivalde. Genç bir film. Eğlenceli. Bolca renkli. Değişik yerler, yaratılan mekanlar ve değişik görsellik. Ama bunca kritere rağmen sıkıcı ya film. Hem de öyle böyle değil. 90 dakka bile olmamasına rağmen 3 kere ara verdim. Yani belli bir amaca hizmet etmeyen görsel efekt ve zihinsel oyunlar sakilliğiyle yoruyor insanı. Bir Michel Gondry havası olsa da çekici olmuyor olamıyor.

Konusu ise fazla kıl tüy Stephan sistematik, vejeteryan eğlenmeyi bilmeyen, bir kıza 3 yıl boyunca takıntılı aşık olan bir tipken, arkadaşı Bunny zıpır, sarhoş, bahisçi, uçkur düşkünü yani Stephan'ın tam zıttıdır. Nasıl bir araya geldiklerini bilmeyiz. Ve kazandıkları bir bahis sonrası Avrupayı gezmeye çıkarlar.

Ama bu bir yol filmi değil. Bu Bunny'nin filmi de değil.

6/10

13 Nisan 2010

Lebanon

Lebanon kesinlikle Waltz with Bashir'in peşinden giden iyi bir savaş karşıtı film.


Venedik Altın Aslan ödüllü bu film için sanırım denilecek çok şey var. ben karışık duygularımla rastgele değinmeye çalışacağım.

Öncelikle filmin konusu kısaca şöyle; İsrailin Lübnan'a savaş açtığı ilk güne değinen film, bir tankta görevli 4 askerin, "insan" olan bu çocukların, korkularıyla, kavglarıyla, sakin kalamayışlarıyla ve en önemlisi o daracık tankın içine sıkışmışlıklarıyla hayatta kalmaya çalışmalarına değiniyor. Tanka yeni atanan Shmulik daha ilk görevinde hepsi acemi olan arkadaşlarının da gergin olduğu bir gece geçirir ve ardından israilin lübnan topraklarına girişinde görev alırlar. Nişancı olan genç asker tetiği çekmek de zorlanmaktadır. idam fermanını yazmadığı halde cellat olması istenmiştir. Masum insanların celledı.

Yigal, Asi, Herzel ve Shmulik. Birer piyon olarak gösteriliyor bize. Dışardan bakınca onlar piyon (katil). Ama içerden bakınca (kastedilen tankın içidir) hepsi korkak çocuklar. Savaştan ölesiye korkuyor, en kolay görev olan St. Tropez kasabasını temizleme görevini tamamlamadan ailelerinin yanına dönmeyi düşünüyorlar. Savaşmak, birinin ölümüne sebep olmak istemiyorlar. Kavgacı Herzel de ana kuzusu Yigal de evi düşünür. Shmulik tetiği çekememesi meşru kılmak için Asi'ye "neden nişan aldığım hedefin tetiğini sen çekmiyorsun" diyor. Asi ise komutanı olduğu tanktaki hiyerarşik pozisyonunu korumakla, insancıl davranmak arasında sıkışıyor. Bu kadar az söz, mekan kullanımına rağmen her 4 karakter de derinlemesine ve başarılı bir şekilde resmediliyor.

Yönetmen filme pek çok farklı şey katmış. Öncelikle Dışarıyı gösterdiği her ana tankın dürbününden tanık oluyoruz. Bu o anlarda belgeselvari bir hava yaratıp, rahat bir açı vermeyerek bizi de tankın içine sokmasıyla sonuçlanıyor. Klostrofobik ortam bir şekilde bizi de hapsediyor, hatta yer yer nefes almamızı bile engelliyor. Bu kamera oyunu daha sonra (nişancı dürbünü olduğu için) hedef de gösteriyor. Burada hedef olanlar da olması gerektiğini düşündüklerimiz de hedefi hedef haline getirenler* de var. Doğru yanlış hedefler. Düşmana saldırmazken, masum birini hedef alabiliyor. Yer yer içimizden geçtiği üzere İsrail askerini hedef alabiliyor (her an patlar kaygısı yaratarak). Hiç çekinmeden ölülere bakabiliyor. Onların yanında anlamsız soğukkanlılıkla oturan yaşayanlara, ailesini kızın kaybetmiş çıplak bir kadına nişan alıyor. Namlunun (kameranın) ucunda hiç olmayacak bir an ve yerde Paris, Londra hedef oluyor.(bkz:hedef*). İkiz Kule'ler afişinin önüne park eden Phalangalistleri gösterirek kulelerin de hedef olduğunu gösteriyor. Kamera çok yönlü çok acımasız ve çıplak. Kamera dışarı da bir silah.

Sonuç olarak kamerası ve karakterleriyle savaşın çıplak yönünü gösteriyor film. Sert bir şekilde gösteriyor ve ekliyor "bu en kolay görevdi". Savaşın sonrasını varın siz düşünün.
Filmin açılış sekansında görünen ayçiçek tarlasını filmin sonunda afişteki haliyle içinde tank varken görüyoruz. Abestle iştigal bu durum savaşın gereksizliğine sert bir gönderme kanımca.

Not: Filmin çıkış noktası da bu afiş ayrıca. Tüm hikaye bu sahneyi gören yönetmen tarafından yaratılmış. Bazen tek kare yetiyor demek ki bir şeyleri anlatmaya (anlamaya)

8.5/10

11 Nisan 2010

High Fidelity

"what came first, the music or the misery? people worry about kids playing with guns or watching violent videos afraid that some sort of culture of violence will take them over. nobody worries about kids listening to thousands, literally thousands, of songs about heartbreak, rejection, pain, misery, and loss. did i listen to pop music because i was miserable? or was i miserable because i listened to pop music?"


Rob Gordon sinemanın gördüğü en gerçek karakterlerden olmakla beraber en doğal erkeği. Gerçek erkek tanımını yapar da zaten : "bencil, dürüst, duygusal". Ve buna ekler "Dünyanın zeki adamı değilim. Ama en aptalı da değilim."

16. kere izledim daha dün. En iyi beş listemde çok önceden yeri hazır zaten. Nick Hornby'nin aynı adlı kitabından uyarlanan bu Stephan Frears filmi hayatım boyunca en çok izlenen film olma özelliğini zannetmiyorum ki kaybetsin.


Customer: Do you have Soul?
Rob : That all depends.


  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP