26 Mayıs 2009

Life On Mars

Crazy ve Controll geliyor aklıma David Bowie dinlerken.
Zachary'nin de Ian Curtis'in de idolüydü. Yıl 1970'lerdi ve o bir rock stardı.
Onu Hunger'da izlediğim zaman vampir olduğuna inanmıştım. Bu kadar soğukkanlı olmak bir insanın harcı değildi çünkü. Sonra The Man Who Fell to Earth var ki bu filmdir onun Life on Mars'ı yazacak deneyimlerin canlı sahibi olduğuna inanmamı sağlayan.

Life on Mars, David Bowie'yle yeni tanışmak için doğru şarkı olmayabilir, zira onu koşulsuz sevdirmek için benim de ilk tercihim Space Oddity olacaktır.


Life On Mars bir İngiliz dizisi. Kesinlikle bu diziyle birlikte ingilizlerin düzgün ve orjinal şeyler çekebildiğine inanmaya başladım. IT Crowd ve Coupling gibi komedilerden sonra, Life On Mars kesinlikle iyi bir polisiye dizi.

Sam bir gün bir suçluyu kovalarken bir araba kendisine çarpar. Yıl 2006'dır. Sam gözünü açtığında kestiremediği bir yerdedir. Kestiremediği sadece mekan kavramı değildir. Karşılaştığı ilk insan bir polistir, gördüğü araba eskidir ve yaşadığı zaman 1973'tür. Sam 33 yıl öncenin İngiltere'sinde kasap gibi polislik yapan bir karakola tayin olmuştur gözünü açtığında. Kendine gelmesi nasıl oluyorsa uzun sürmüyor. Anlamaya çalışıyor İngiliz soğukkanlılığıyla. İnsan haklarının beşiği ve her şeyin kurallara göre yapıldığı zamanından bir anda, Beyoğlundaki Hortum Süleyman gibi adamların olduğu bir karakolda ve dönemdedir. Bildiği kurallar, uyguladığı teknikler ve bir çok şey daha o yıllarda bilinmemektedir ve onları uygulamak davaları çözmesini kolaylaştırsa da karşısındakileri şaşkınlığını da arttırmaktadır. Kendisi de onların cello tarzına alışamamktadır. Kadınlara olan kaba tavırlar dizinin öncelikli komedi unsuru olması da ayrı tabi.

Sonuç olarak zamanda atlama söz konusu. Ama Lost gibi adamı yoran türden değil. Standart, bir kere olan bir şey. Ancak komadan uyanınca gerçek zamana dönülebilcek bir sıçrama bu.

Not : Dizi de kullanılan şarkılar için bile izlenebileceğini belirteyim. Sadece David Bowie değil pek çok türevi de mevcut dizide.
Not 2 : Şu ilk resimdeki adamın Mars haricinden biryerden olması ihtimali var mı?
Not 3 : "Guest Yazar" olarak bilinen bir arkadaşımın
şurda Bowie hakkındaki yazısını da okuyabilirsiniz.


24 Mayıs 2009

The Palme d'Or

Cannes Film Festivali ödülleri dağıttı. Altın Palmiye Haneke'nin "White Ribbon"una gtti.

Başkanlığını Isabelle Hupert'in yaptığı ve Nuri Bilge Ceylan'ın da yer aldığı jürinin belirledii diğer kazananlar aşağıda.


Yaşam boy onur ödülü - Alain Resnais (yarışma bölümünde "Les Herbes Folles" filmi vardı)
En iyi aktör - Christoph Waltz "Inglourious Basterds"
En iyi aktris - Charlotte Gainsbourg "Antichrist"
En iyi yönetmen - Brillante Mendoza "Kinatay"
En iyi senaryo - "Spring Fever" (Lou Ye)
Jüri özel ödülü - "Thirst" (Park Chan-Wook) / "Fish Tank" (Andrea Arnold) - paylaştılar
Camera d'Or - "Samson and Delilah" (Warwick Thornton)
Kısa Film - "Arena"
Grand Prix (ikincilik ödülü) - "Un Prophete" (Jacques Audiard)
The Palme d'Or (Altın Palmiye) - "White Ribbon" (Michael Haneke)

20 Mayıs 2009

çiz lan! parasıyla değil mi?

Bu başlıktaki çirkinleşmiş uslüptaki emir kipini Michel Gondry'ye söylemenzi artık mümkün.


Nasıl demeyin. Michel Gondry web sitesinde  19. 95 dolara yüklediğiniz bir fotoğrafınızı kendisi karakelem çizip size yolluyor. Portre olarak yolladığı bu resmi odanıza asıp gelen entel arkadaşlarınıza gösterip hava atıyorsunuz. Blog alemini ve interneti sıkı takip etmeyen birine "kankam o benim, bir gün otururken sıkıntıdan çizdi, ben de beğenmeyip ensesine yapıştırdım bi tane. Bu mu lan senin çizdiğin dedim" diyebilir ve bu artisliğinizle bolca puan toplayabilirsiniz.

Ulan param olsa çizdirirdim ama yok. Hayrına biri yollasın da hediye etsin bana. Sevinirim valla. Ayrıca bu güzel ve değişik haberi sunduğu için Capoupascapa teşekkürler. Bu arada uyarmadı demeyin, aşağıdaki gibi birşey yollayabilir. Boşuna vurmadım yani ensesine adamın.

18 Mayıs 2009

Nordwand

Etrafımda o kadar çok dağcı var ki onlara ve yaptıklarına hiç yabancı değilim. Hatta "yaz temel" eğitmenliği yapmışlığım, kamp kurmuşluğum, kaya tırmanışı yapmışlığım var. Yabi hepsi basit seviyelerde kaldı. Ama çok yakın arakadaşlarım artık bunu meslek edinip para kazanacak kadar uzun süredir büyük ciddiyetle yapıyorlar. Onlardan o kadar çok hikaye duydum ya da izledim ki büyük bir an olurken. O heyecan, arzu ve yorgunluk yüzlerinden aynı anda okunabiliyor. Bir kayanın önünde "İstanbul, sen mü büyüksün ben mi büyüğüm" der gibi durmuyorlar. Profosyonelce bakabiliyor ve eğitimini aldıkları şeyleri uyguluyorlar.  

Bir gün evrenin evindeyken görmüştüm kitabı: Alplerin Son Üç Problemi'ni. Alplerde çıkılan son üç rota ve bunlarla ilgili hikayelere yer verilmişti. Kapağında ise "Eiger Kuzey Buz Duvarı". Son problem olan bu rota, Alplerde çıkılan son rotadır. Onlardan bununla ilgili şeyler duydum, ama şaşırmıştım böyle bir kitap okumasına. Çok cezbedici gelmemişti. Bu görüşüm "Nordwand"ı izleyince değişti.
Nordwand bir dağa tırmanış hikayesi. Gerçek bir hikayeden çekilen bu film belgesel tarzından uzaklşarak kurgusalmış havası veriyor. Yani bu yapısıyla mükemmel bir belgesel olan "Touching the Void"den oldukça farklı. O ders niteliğinde bir dağcılık belgeseliydi. 
Toni Kurz ve Andreas Hinterstoisser yedek asker olarak Nazi kamplarında görev almaktadırlar. Çocukluklarından beri etraftaki pek çok zirveye çıkmışlardır ve Naz propogandasıyla hemen bir Alman'ın çıkması gerektiği dikta edilen Eiger'i gündeme gelse de ciddiye almamaktadırlar. Bir gün komutanla çatışıp askerlikten istifa edince(daha savaş başlamamış), denemye karar veriyorlar. Kurz kardeşi sayılan Hinterstoisser'e göre daha temkinlidir. Ama Toni artık Andreas!ı kıramaz ve yola koyulurlar. Bu arada Luise Fellner bir gazetede ayak işleri yapmakta ve editöründen eski arkadaşı olan bu ikiliyi ikna edip haber yapabilirse, bunu basacağı gazını alır. Luise hala derin duygular beslediği Toni'yi ikna edemez en başta. Tam buna üzülürken Eiger Kuzey Duvarı önünde haber için beklerken onları görür ve tırmanışlarını takip eder. 

Şimdi bu tırmanışla ilgili hiçbir şey yazmayacam. Siz izleyin ve bu heyecan kesici bölümü kendi gözlerinizle görün. Ama filmle ilgili net şey şu. Filmin sonu beni 5x etkilediyse, Yonca'yı 7x, Evreni ise 10x etkiledi. Yani dağa ne kadar yakınsanız içindeki bir filmden o kadar çok etkileniyorsunuz. Aslında bu filmin bizi "dokunsal" hale getirmesi "iletişim modelleriyle" ifade edilebilir. Çünkü Evren'in buna benzer hikayeleri var. 

Ama bu demek değil ki filmi sevmezsiniz. Net bir şekilde iyi bir film var ortada. Belgesel veriyle kurgusal bir film yaratılmış. Hatta kesin izleyin diyecem son olarak. 
8/10


Not: yazıyı şimdi bir kez daha okudum. Çok kötüymüş lan. Neyse ne diyordum "kötüyü bilmeden iyiyi anlayamazsın!". Başka birinin deyimiyle de "yersen!"

16 Mayıs 2009

Choke



Chuck Palahniuk en sevdiğim yazarlardan biriydi. Biriydi son iki kitabına kadar severdim. Fihgt Club ve Gösteri Peygamberi çok sevdiğim kitaplardan birkaçıydı. Tabi Choke da okurken sürükleyiciliği ve alt metin zengini hikayesiyle başkaydı. Sevmemek zordu yani.  Ama sonra "Kaçaklar ve Mülteciler" ardından da "Ninni" adlı kitaplar yazdı ki biri fazlasıyla kişisel biri fazlasıyla sıkıcıydı. Tam bunları düşünürken filmi çıkageldi "Choke"un. Filmin yönetmeni Clark Gregg. Kimdir bu adam? "New Adventures of Old Christine" adlı dizideki eski ve yeni Christine'lerin birinin eski birinin yeni kocası olan adam. Hani şu sarışın bir işe yaramaz görünen. Tabi tek işi bu dizi değil. Iron Man, (500) Days of Summer, Magnolia gibi filmlerde de aktörlük yapmış biri. Ve tek sıkıntı filmi onun çekmesiyle ilgili. Onun ilk yönetmenlik denemsi olması. 



Filme gelecek olursak; Victor Mancini, Colonial Williamsburg'da dönem canlandırılan canlı tarih müzesi gibi saçma bir yerde bir karakteri canlandırmaktadır. Victor'un bir problemi vardır. O bir sex bağımlısıdır ve bunun için terapilere uğramakla beraber çevresinden birlikte olmadığı kadın kalmamıştır. Köşe bucak onlardan kaçmak da ayrı bir sorundur. Ayrıca restoranlarda kasten yemek borusuna yiyecek kaçırarak etraftaki birilerinin kendisini kurtarmasını sağlamaktadır. Böyle o insanlar onu kurtarmakla kalmayıp genelde para da vereceklerdir. Başladıkları birini kurtarma misyonunu devam ettirerek kendilerinin kahramanlaştıracaklardır. Victor fazla parayla da akıl hastanesinde yatan annesine bakmaya çalışmaktadır. Ida ise onu bile hatırlamamaktadır. Çocukluğu sırasında Victor'a bakamayacağı için, bakıcı aileye verilince onu kaçıran ve manik serüsevlerine oğlunu da sürtükleyen Ida. Genç doktor Paige Marshall ise bir tedaviyle Ida'yı kurtarabilceğini söyler. Victor annesinin günlüğünü bulur ve Paige İtalyanca olan bu günlüğü Victor için çevirmektedir ve günlükte Victor'un bir babası omadığı ve kutsal şekillerde dünyaya geldiğinin yazdığını belirtmektedir.  Sonuçta deli hastanesindekiler de Victor'un yarı-isa olduğuna inanır, ardı süreçte anne ölür ve polis yanlışlıkla Victor'u suçlar. Tabi birkaç detay daha var finalde. Atlıyorum heyecanı kaçmasın diye.



Ben böyle algılamış olasam da film Sam Rockwell'in etrafında şu şekilde şekilleniyordu; yarı-isa olduğuna inanılan Victor böyle olmayacağını ispatlarcasına pis, ahlaksız işler yapıyordu. İşte filmin ve Victor'un en güzel yanı buydu. İyi olmak kaygısı güdmüyordu. Derdi 12 adımlık temizlenme terapisini tamamlamaktı. 

Choke, David Fincher'ın Fight Club'u gibi  90ların nihilizmi şeklinde aktarılmıyor. Oyuncu-yazar-yönetmen Clark Gregg daha eğlenceli ve kısa bir film yaratmış. Ama ben filmin bu yönlerinden ziyade anne oğul ilişkisinin abartılı kullanımında rahatsız olduk. Film bir andan Victor'dan Ida'ya kayıyor. Angelica Huston'un rol çalmaları olsun yönetmenin bariz üstüne düşmesi olsun beni biraz sıktı. Bir şeyleri bulmak için çocukluğunu inmek bu kadar çok gereksiz geldi. Gerçi kitabı çok önce okudum ama bundan daha akıcı, keyifli ve hareketli gelmişti.  Ayrıca nerdeyse tek derdi sex olan bir filmde bu kadar üstü kapalı bahsetmek, görsel zenginliğe büründürmemek o filmi acı. 

İyi bir yazardan uyarlanan iyi bir film için ise, Bukowski'nin Factotum'unu Bent Hamer'dan izleyin. 

15 Mayıs 2009

in another life when we are cats

Bir şarkı dinleyip, sonra o şarkıda bahsedilen film izledin mi? Ben izledim. Ve o şarkı filmde çalmıyordu. 

Maybeshewill sanırım Sakallis'ten bana bulaşmıştı. Bir otobüsle işe gitme sırasında kulağıma taktı kulaklıklarını ve "dinle" bunu dedi. Dinledim. Pek sık emir kipinde konuşmaz. En azından benimle. Mecburen dinledim. Pek etkilenmemiştim. Otobüs gürültülüydü ve ben şarkının ardındaki konuşmaları(filmden replikleri) anlamıyordum. Nedense 1 yıl sonra tekrar aynı albüm ortaya çıktı ve ben tekrar o müthiş şarkıyı "in another life when we are cats" dinledim. Bu sefer sarsılmıştım. Filmi onca yıldır bir sürü bahaneyle izlememiş olmama şaşırdım. Filmle ilgili ilk okuduğum şey çok eski bir "Sinema" dergisindeki festival seçkisinde olduğu ve sevgili Tarantino'nun senarist ortağı, Roger Avary'nin yönettiğiydi. Tee o zamandan aklımda ya, izlemek nasip olmadı. Ve ben bir İzmir sabahında uyanıp, saat beşte taktım filmi dvd playera. İzledim ısrarla. Tek bir sahneyi bekleyerek. Şarkı çalacak ve ben o sahnede mafolacaktım. Hazırdım. Tüm filmi o sahne için bekledim. Sahne geldi. Konuştular. Müzik ha girdi ha girecek derken sahne, ardından da film bitti. Ben ne olduğumu şaşırdım. Filmi anlamadım. Nasıl biter diye sordum kendime. Ama bitmişti. Rules of Attraction bitmişti. 
Maybeshewill yemiş bizi. Şarkının diyalogları bir filmden adı başka filmdenmiş. Sevdikleri filmlerden harika bir şarkı yaratmışlar. Ben şaşırdığımla kaldım. Ama sevindim de. Uzun zamandır bir şeyler beni o kadar şaşırtmıyordu.  Adı da Vanilla Sky'daki bir replikten almışlar. İyi bir karışım yapmışlar.

                      

The International


Tom Tykwer bir Bond filmi çekse bu kadar olurmuş. Tek farkı ise, aksiyonun yanına biraz sosyal sorunlar yedirmiş ve Bourne gibi de dünyayı gezmiş. Clive Owen ve Naomi Watts da Tykwer ne dediyse onu yapmışlar. Tykwer de madem büyük bütçeli film yapıyoruz deyip nimetlerinden yararlanmış. 

Clive Owen, Pierce Brosnan'dan sonraki James Bond olacak spekülasyonlarından hemen sonra Pembe Panter'de "Ajan 006" canlandırarak bizleri eğlendirmişti. Gerçi son dönem filmlerine bakınca aradan sıyrılanlardan birinin Bourne Identy'deki profesöt rolü olduğu aşikar. Filmin Bondvari-Bourne seyahatlerine kesinlikle ayak uydurabildiği kesin Clive Owen'ın.

Kır saçlı Interpol ajanı Louis Salinger bir buluşmada gizli bilgiler elde edecek arkadaşını bekler ve tam yanına gelecekken yere yıkıldığını görürü. Zehirlendiğini anlasa da arkadaşı için yapacak bir şey yoktur. Bunun verdiği öfkeyle araştırma yapmaya başlar.  Avrupa'nın göbeğinde, satın alınan silahlar ve füze başlıklarının izini takip etmeye başlar. Bu silahların nereye gideceği bellidir.Luksemburg merkezli bir banka. Gelişmemiş ülkelerdeki iç savaşları körüklemek amaçlı satın alınan silahları bankanın ne amaçla kullanacağını araştırırken güzel CIA ajanı Eleanor Whitman'dan destek alır. Bankanın silahlar sayesinde iç savaş yaratıp o ülkeleri borç batağına sokup sonra da onlara kredi sağlayarak daha! zengin olmak istediklerini fark ederler .Ancak hayatları risktedir çünkü banka her türlü pis işe bulaşmıştır. Huzur ve rahat içinde gördüğümüz banka başkanı bile bir sürü olaya ve ölüme onay verebilmektedir. Bu uğurda Londra'dan Roma'ya Münih'ten İstanbul'a bir takip başlar. 

Filmin Guggenheim Müzesi ve Sultanahmet Camii'nde geçen bölümlerindeki kovalamaca ve çatışma sahneleri Hitchcockvari bir sürükleiyicilkte germeyi ve etkilemeyi başardı. Filmin en hatırda kalan iş yapmasını sağlayan bölümler diyebilirim. 



Tykwer'in yönetmenlik oalrak garip tutumları vardı filmde. Mesela Eleanor Whitman'ın eşinin filme nasıl hizmet ettiği, Salinger'ın eski dosyası en basiti usta bir katilin demir bacak desteği takıyor olması ve bunun onu ele vermesi gibi. Detayların çok düşünülmediği ve bazen hava da kalan sorula ve durumlar olduğuydu.  Ama yarattığı Salinger karakterinin filmin sonunda adaleti kendi eliyle vermeye çalışması ve sistemin dışına çıkması "Heaven"daki Philippa'ya ya da "Parfume"daki Jean-Baptiste Grenouille'e benziyor olması tesadüf değildi. Kendisinin sistem eleştirisini kendisinin yapıp bankaları afaroz edmeye çalışması da bu yüzden. "Black Diomand" ve "Arka Bahçem"de de aynı şeyi görmüştük. Benim gözümde üç filmde eleştirilerini iyi yapmakla beraber sinematik dili ikinci plana atmışlar. 

Tom Tykwer'in bu filmi eğer bir Avrupa filmi olsaydı daha sade ve akıcı olacağı kesin. Sahip olduğu takdiri tırnaklarıyla kazımış bir yönetmen olarak stilini Kiewsloski'den aldığını düşündüğüm Tykwer aynı ustanın "Kör Talih" filmindeki gibi "Run Lola Run" da 20 dakikada 100.000 mark bulmanın ya da bulamamanın 3 farklı haline anlatmış ve aynen Kiewloskivari bir kader ve şans filmi yaratmıştı. Leh yönetmenin tamamlayamadığı projesi "Heaven"e el attı,  ardından kısa filmi "True" ve oldukça beğenilen "Perfume: Story of a murderer" gibi iyi filmleriyle elini attığı şeyleri kotarmayı becermişti. Soru şu: Ne oldu da Hollywood'a transfer olma ihtiyacı duydu?

Ama film ne Bond kadar gösterişli ne de Bourne kadar enerjik. Bu açıdan Tykwer'ın büyük stüdyo filmi yapmak için acele ettiğini düşünüyorum. Sıkılmadığımı da itiraf ediyorum.

7,5/10

Balmorhea - Remembrance

Bir şeyler yazamayacağım, ettiğim her sözün güzelliğini bozacağı bir şarkı.
Biraz bozdum bile halihazırda.
 
                 



13 Mayıs 2009

The Man From London


Bela Tarr'ın yeni filmi The Man From London, yönetmenin önceki filmleri Werckmeister Harmonies, Satan's Tango ve Damnation'a oldukça benzemekte. Siyah beyaz yapısı, uzun sekansları, az diyalog ve hareketsiz kamerasıyla gerçek bir Alin Taşçıyan filmi. Evet doğru hatırlıyorsunuz bu tür filmleri seviyorum aslında ama Bourne Ultimatom'da 30 saniyede verilen hareketin bu filmde 30 dakikada verilmesi beni bu sefer biraz yordu.  Sonsuz kamera hareketlerin gölgeyle buşuşması yani cinematoğrafisi oldukça etkileyici oyunculukar sade ve yönetmen yine minimalistti. Belçikalı bir yazarın polisiye romanından uyarlanan film Macar bir yönetmenin Fransanın bilinmeyen bir kasabasında geçen bir hikayeye yerşetirdiği İngilizlerle nasıl film yapabilceğinin nadide bir örneği.

Maloin limanda tren yollarında gece vardiyasında çalışan bir adamdır. Hayatının rutin akışı içinde karısı ve kızından başka kimsesi olmadığ açıktır. Onlarla da iletişimin sınırlı olduğu açıktır. Bir gece limanda iki adamın tartıştığını ve birinin kavga sırasında denize düştüğünü görür. Düşen adamın elindeki çantayı fark eder ve sonra gidip onu denizden çıkarır. İçinden çıkan sterlinleri sobada kurutur tüm gece. Ondan şüphelenen tek kişi ise Londra'dan cinayeti ve parayı bulmak için bulunduğu kasabaya gelen dedektiftir. 

Gerçek bir noir film yaratan Tarr, Coen'lerle benzerlikler gösteren bir suç filmi yaratmış. Tabi Coen'lerdeki karakter zenginliği, hareket ve renk Macar yönetmenin filmlerinde yok. Filmde Tilda Swinton'un İngilizce konuşup üzerine sonradan dublaj yapmaları oldukça şaşırtıcı. Geri kalan oyuncular da İngilizce konuşan dedektif haricinde ne dilde konuşursa konuşsun dublajla Macarcaya çevrilmiş.

Genel olarak herkese hitap etmediği açık filmi. Klişe tabirle, durgun Avrupa sinemasından hoşlanmıyorsanız uzak durulacak bir film. Ama yok Bela Tarr izleyip sevdiyseniz daha önce mutlaka görülmesi gereken bir estetiğe sahip film. 

7/10

Cannes 2009'dan Yirmidört Afiş

2009 Cannes Film Festivali henüz başladı ve 24 filmin afişi şunlar. Bakın. Canınız çeksin. 




11 Mayıs 2009

2008-2009 İlkbahar Yaz Kreasyonu

Ahanda size geçen yıl hem performansı hem güzelliğiyle beni benden almış inanlar. Ne tesadük ki hepsi de kadın. Olsun. Bakalım kimler varmış. Ayrıca listeyi beğenmeyeni allah taş yapar. Uyarmadı demeyin.

1- Scarlett Johansson 
(The Other Boleyn Girl, Vicky Cristina Barcelona)


2- Michelle Williams
(Wendy and Lucy; Synecdoche, New York)

3-Cate Blanchett
(Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull,
 The Curious Case of Benjamin Button)

4- Elizabeth Banks
(Definitely, Maybe ; W. ; 
Zack and Miri Make a Porno ; Role Models)


5- Kate Winslet
(The Reader, Revolutionary Road)

6-Penelope Cruz
(Elegy, Vicky Cristina Barcelona)

7- Kat Dennings
(The House Bunny Nick and Norah's Infinite Playlist)

8-Freida Pinto
(Slumdog Millionaire)

9-Diane Kruger
(Inglourious Basterds)

10-Angelina Jolie
(Changeling, Wanted)
Not: Listeye Angelina Jolie'yi koymayanı dövüyorlarmış. O yüzden koydum. 
         Diane Kruger 2008'de film çekmese de benim hep aklımdaydı valla. 
         Kat Dennigs Sonsuz Liste filmindeki karakteriyle gönlümde yer edindi. 
        Natalie Portman niye yok diyenlere cevap vermiyorum. Ya da vereyim. O zaten ilk                          üçümde. Yeri ayrı yani. 

09 Mayıs 2009

Zift


Zift, işlemediği bir suç için 12 yıl hapiste yatan ve buradan çıkar çıkmaz uğruna cinayet işlenen elmas için kaçırılıp işkence edilen Moth'un hikayesini anlatıyor.
İstanbul Film Festivalinde gösterilen ve benim izlediğim ilk Bulgar filmi olan Zift, siyah beyaz oluşunu stilize bir görsellik haline getirmiş ve bunu yükseliş ve inişleriyle iyi ayarlayan bir aksiyon filmi. (Evet Anıl; stilize şiddeti seviyorum. liboş demokratlar gibiyim)
Vladamir Todorov'un kitabından uyarlanan film Moth'u çilesini bize sevdirmeyi başarmış görünüyor.

8/10

04 Mayıs 2009

bir amerikan serisi daha

ben uslanmaz bir hollywood cankisiyim
acı çekmeyi seviyorum

Outlander
yüzülerin Efendisi'nin yapımcılarından fantastik bir film. Öyle fantastik ki uyuttu, bayılttı.
Ne oldu. Uzaydan bir mekik çakıldı iki adamdan biri öldü, yaratık vardı mekikte serbest kaldı ve çevre Norveç köylerini dağıttı. Sonra kahramanımız ikna etti ve kendine güvendirdi diğer köylüleri ve savaştı ve yaratığı yendi. aman allahım ne senaryo. İşin garibi bunu desteleyen ne senaryo ne efekt ne de bir şey vardı. Kesinlikle vasatı aşamayan bir film.
4/10



Bee Movie
Aslında ana akımın dışına çıkan bir animasyon. .sistemi reddeden bir arı kovandan çıkıp bir kıza aşık olur ve onunla konuşur. İnsanlarla iletişim kurmasına rağmen iki kelam edemeyen diğer hayvan filmleri gibi değil. Direk konuşabiliyor. Ve tüketim toplumunu engelliyor. Fazlaca bal tüketilmesine engel oluyor. Sonra ne mi oluyor? Bu bir hollywood filmi. Ne olabilir. Tüketim durunca dünya, yani arılar sadece kendi için bal üretip fazla çaba harcamayınca çiçekler döllemiyo, bitkiler ölüyor, kraklık geliyor, insanlık çaresiz. Sonra hoppa. Tekrar tüket ki herşey yoluna girsin. Aman ne güzel. Hadi gidip bolca bal yiyelim.
We let the beautiful world.
6/10



Marley And Me
Bak işte ana akım dışından bir film daha. Ne romantik komedi ne biyoğrafi ne de fabl. Hepsinden biraz koy. Boktan hayatımın hikayesine bir köpek koyarak onu anlamlı kıl. John Grogen hayatta e olamam demişse tesadüfen olmuş. Sonra çocuk istemediği için karısını oyalamk için bir köpek alır. Film ne mi? Amerikan simgesel alatımı. Köpek büyür, aile büyür. Köpek mutlu, aile mutlu. Köpek ölür, işler sarpa sarar(işinden mutsuz olmaya başlar). Ne yaratıcılık. Bir tek köpek güzeldi onu da sonuna kadar kullanarak bizleri mest etti yönetmen. Yine de sevgiliye sarılmak bahanesi için oldukça iyi.
6/10




İşte böyle bir ilişki istiyorm.
Bir sen bir ben bir de köpek.
Yersen!

02 Mayıs 2009

Rec

Deer Hunter'da savaşa hazırlamak için bize 45 dakika düğün göstermişti.
Rec başlarken tv programı çekimlerine tanık oluyoruz. Bir itfaiye merkezinde itfaiyecilerin bir gecesine tanık oluyoruz ve biraz eğlenceli anlarını izliyoruz. Bu bölümde filmin nereye gideceğini anlayamamak merak katsayısını arttırmakta.
Kameramanıyla çekim yapan Angela gece yarısı yayınlanacak programı için itfaiyeye gelen bir ihbar telefonunun peşine gider. Bir apartmana girerler ve yukardan garip sesler gelmekte ve komşular apartman girişinde beklemektedirler. Sonra birden binanaın kapıları kapanır heryerden ananslar gelir ve 2 itfaiye eri, bir polis ve kameranla Angela apatman sakinleriyle binada karantinaya alınırlar. Salgın bir hastalık olduğunu fark den sağlık birimleri insanları içieri kitler. Sonrasında ise içerde gerçekten yayılan bir salgın izleriz. Zombileşen insanlarla diğerleri arasında bir kovalamaca başlar.
Yönetmen filmin tamamını omuz kamerasıyla çeker. Hareketli olan ve başlarda zaten röportajlarla dolu görüntüler gerçekçilik hissini fazlasıyla arttırır. filmin içine girmemizi kolaylaştıran bu teknik Cloverfield ve Blair Witch'de de kulanılmıştı. Kesinlikle Blair Witch Project'den daha başarılı ve Cloverfield ile de yarışır.
Ksinlikle nadir rastlanan bir korku filmi. Sıkılmadan ve yorulmadan izleniyor. Ve film böyle oluncada Amerikan yeniden yapımının olmaması imkansız. Önümüzdeki yıl yeniden aynı yönetmenlerle çekilecek. Hayırlı olsun.

8/10

  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP