21 Mart 2010

Fish Tank

Life is unfair, kill yourself or get over it
İlk bakışta klasik bir ingiliz filmi gibi duruyor. Aslında öyle de.

15 yşındaki Mia'nın hayatı annesinin eve yeni erkek arkadaşını getirmesiyle değişir. Aslında değişmesi gerken bir hayatı vardır Mia'nın. Bizim "Hayat" a benzer az buz. Banliyöde yoklukla yaşayan ve mutsuz olan Mia dans eder içki içer ama çıkışı bulamaz bir türlü.

Bakışı kamerası sadeliğiyle fazlasıyla Ken Loach'ı andıran bir film. It's a free world benzeri bir yapısı var. Ama Michaesl Fassbander ve başroldeki Katie Jarvis'in iyi oyunculukları da eklenince iyi bir film çıkıyor ortaya.

Cannes'da Thirst ile jüri ödülünü paylaşmaları da tesadüf değil zaten.

İzlenesi bir avrupa filmi.

19 Mart 2010

El secreto de sus ojos

Gözler kalbin aynasıdır

iyi olmakla beraber yükseltilen beklentiler nedeniyle vurucu etkiyi yapamamakta. bir de gözlerimi görseniz öyle düşünmediğimi anlardınız ya. neyse.

öncelikle inanılmaz bir dramatik yapı var. hiç aksamayan. her hareketin bir şeye hizmet ettiği.

film, gençliğinde takınıtlı bir şekilde ilgilendiği ve sonucunda tüm hayatını etkileyen bir davayla uğraşmış olan esposito'nun 25 yıl sonra emekli olunca aynı davaya (davalara) dönüşünü ve bunu kitaplaştırmasını çalışırken konu ederken iyi bir polisiye kurguyla herşeyi heyecanlı bir hale getirmeyi başarıyor.

yer yer inanılmaz güzel kamera kullanımları etkilyeciliği arttırırken filmin ilk yarısında herşeye rağmen yüksek kaliteli esprilerle de birlikte oldukça hızlı gidiyor. ancak sonlara doğru yavaşlarken bir an filmden kopma noktasına gelişimiz tek kötü yan gibi görünüyor. ama film o kadar iyi bir sinema dili kullanıyor ki görselliğin ve oyuncuşuğun her nimetinden yararlanıyor. çekilen bir perde, kapanan bir kapı, kapalı bir çerçeve gözlerle görünecek kadar iyi perfomans serisiyle birleşince sinemanın gücüyle etkiliyor seyirciyi.

intikam, hırs, tutku, aşk, korku yani insancıl olan herşey filmin içinde ve duyguların hepsi insanların gözlerinde. ağır dönem baskısı (devlet eliyle katil yaratmak) adalet sistemindeki yozlaşma ise sert eleştirilerin odağında yer alıyor.

"söyle ona benimle bir defa dahi olsa konuşsun" sahnesi ağır bir tokat ve özet.

not: bir de sakallis biliyor ya uzun zamandır ilk defa bir film izlerken "lan mal mısın olum?" falanlı cümleler kurdum. bildiğin kaptırmışım kendimi. en son sakallis elini omzuma koymuş "otur olum, sakin ol" dedi. "ama haksız mıyım sakallis" dedim. "haklısın da otur ve haklı ol. ayağa kalkınca bir şey değişmiyor" deyip beni bozdu.


14 Mart 2010

crazy heart

İnsan kötü doğmaz. Hayat onu kötü olmaya iter.


Bad Blake tüm tükenmişliği ve boşvermişliğiyle karşımızda.

Adını kendisi Bad koymuş bir country şarkıcısı. Yaşlanmış, yeni albüm yapmayan, turne adı altında şehirden şehire sürüklenen bir adam. Hayat onun için zor görünse de değiştirmek için bir çabası yok. Sadece bir sonraki günde aynı şeyi-unutana kadar içeçeğini- yapacağını bilen bir adam. Belki de ölümü bekleyen.

Ama Bad kendine koyduğu ismi kendisi geri alabilceğini, bunun elinde olduğunu 57 yaşında fark edebilir. Belki de etmez. Ama hayat her zaman karşımıza güzel şeyler ve insanlar çıkarabilir. Ama kararları sen verirsin.

Maggie Gylenhall iyi eşlik ediyor Jeff Bridges'e. Ama yaratılan mükemmel karaktere mükemmel bir performanla vücut buldururken insan büyüleniyor Jeff Bridges'ten. Big Lebowski sonrası bu rolü nasıl kaptığı belli. Birbirlerine benziyorlar gerçekten. Bad'in film başında bowling salonuna girişi ve şaşaırması da bunu işaret eder nitelikte. Dude istinasız herşeyi boşvermişken, Bad geçmişle ilgili belki gelecekle ilgili şeyleri barındırıyor zihninde.

Gerçekten çok iyi bir performans. Sırf bunun için bile izlenebilir film. Ama haricinde de aksamayan, şarkılarıyla eğlendiren bir film. Başarılı.

Derdi ne mi filmin : Alkol tüm kötülüklerin anasıdır.

Aklıma iki şarkı geldi filmi izlerken.
Biri Johhny Cash : Hurt.
Diğeri aşağıda. Dinleyin seveceksiniz gerçekten.



8,5/10

Un Prophete

oku



gerçekten iyi film. hem de aksayan ve gereksiz onca yeri varken. hem de belki de değişik birşey anltamazken. bence bunları okuyup da bu kadar çelişkiyi içinde barındırmasına rağmen filmin iyi olmasını merak edip izlemek istememek hayret verici olurdu.

19 yaşında 6 yıl hapse mahkum olan Djebena bir sebepten Korsika mafyasına bulaşır ve onların hapisanede ayak işleirini yapan bir arap olarak sürekli ezilir.

ama tahmin ettiğiniz gibi kader ağlarını örer ve genç arap bir şekilde kendini geliştirir. bu öyle sıfırdan var olma hikayesi falan değil. bu gerçeklerin tesadüfen insan isteyince vuku bulduğunun resmidir. kenan evrenin genelkurmaybaşkanı oluşu gibi.

cannes da büyük ödül alan bu film peygamber nasıl olunuru mu gösteriyor nasıl olmalıyı mı bilemedim? ama sert eleştirileri iyi oyunculukları ve uzun süresine rağmen sıkmadan insanı içine çeken yapısıyla oldukça etkili.

din, ırkçılık, mafya eleştirinin odağında. insandan sonra.

mutlaka izlenmeli.

9/10

13 Mart 2010

Global Metal


"Bir Metalcinin Yolculuğu"ndan sonra aynı kişi tarafından yapılan Global Metal, ilk film sonrası dünyanın heryerine gelen mektuplar sebebiyle metal müziğin dünyanın her yerine yayılışını ve oradaki etkilerine değinmek istiyor.

Ama ilki gibi etkili bir film olamıyor. Heralde bu yüzden de dvdsi indirimli olarak 4 liraya alınabiliyor. Biraz acımasız oldu fark ettim ama ilk dakikalarda brezilya ve sapultura temalarından sonra sıkmaya ve her ülkede kendini tekrarlamaya başlaması 20. dakkadan sonra filmi çekilmez kılıyor.

Ayrıca uzakdoğuda muhtemelen satacağının düşünülmesiyle sürekli oradaki ülkeleri gezmesi de kabak tadı veriyor ve filmi ileri sararak izlemenize sebep oluyor.

Yerel halkın demografik özelliklerine çok az, siyasetine çok az dokunmakla olmuyormuş demek ki. 3 ülke gezip detaylandırsa daha iyi olaiblirmiş. Gözleirimiz türkiyeye uğrarlar mı diye de bakındı ama nafile.

5/10

09 Mart 2010

7 Kocalı

Ne Türk filmi izlemişim bu ara.

müzikal sevmediğim için çok sevmedim.

ezop'un masalları yaşatmak için girdiği mücadele çok güzel. ama masalsı yapıya rağmen abartılı oyunculuklar dekorlar kostümler ve bol neşeli şarkılar bana göre değil. Bu tür bir masalı (önemli olan masal olması zaten) daha sade anlatmak çok da iyi olmayabilir gerçi.

nurügl yeşilçay'ın performansı ise anlaşılmaz. bir çok iyi dedim bir çok kötü
tutarsız. belki de hürmüzü en iyi böyle oynayabilirdi. bilemedim şimdi.

annemle izledim ve o benden daha ılımlı baktı. ama o da bayılmadı açıkcası.


not: bu ara böyle kısa kısa yazma sebebi filmlerin birikmesi ve benim zaman sorunum. yazma lan böyle yazacaksan derseniz, alınır yazmam.

not2: aslında beni yazmaya itecek kuvvetli bir film bekliyorum. hayat var gibi bişey olmalı ki yazacaklarıma karar veremeyip şişirmeliyim yazıyı.

not3: evet. fotoğraf artniyetlerle konulmuştur :)

sevgiler.

08 Mart 2010

Neşeli Hayat

Pazar gecesi uyumak için konulmuş bir filmden fazlası.



Özellikle yaratılmış olan Rıza karakteri o kadar sağlam ve o kadar iyi performe ediliyor ki şaşırmamak elde değil. Benim eniştem lan o. Senin dayındır. Ya da bakkalındır. Ama son dönemin en iyi karakterlerinden biri.

Filmin hikayesi çok mu değişik ya da Hollywood finali çok mu güzel? belki değil. ama izlenmeyecek ya da sıkılacak bir film değil.

Kötü yanı ise televizyonda her hafta gördüğümüz adamları filmde karakterleriyle algılamamaya çalşmak.

Not: Doğrudan atış firması sebepli hiayede de garip geldi ayrıca.


04 Mart 2010

The Invention of Lying


öncelikle, dünyada yalan olmamasının patavatsızlık boyutunda doğruyu söylemeye sebep açması ilginç. yani bir şey söylememek de yalan mı sayılıyor? ama sırf böyle olduğu için bir o kadar komik de film. insanlar ne düşünüyorlarsa pat diye söylüyorlar. (bana benziyorlar lan bildiğin!)

kimsenin yalan söylemediği bir dünya da adamın biri bir gün bir anda yalanı keşfediyor. tabi karşıdakinin mutlak doğru söylediğinden şüphe duymayan insanlar da aptal gibi, yalan söyleyen bu adama inanmaya başlıyor. tabi söylenen yalanlar çığrından çıkıyor. belki de bir şey fark etmiyordur. belki ben de yalan söylüyorumdur. filmin bunla alakası yoktur.

yaratılan dünya ve söylenmeye başlanan yalanlarla dönüştüğü hali çok güzel resmedilmiş. tüketim toplumu, sanat ve din üzerine ağır eleştirileri var. bu nedenle filmin girişi gerçek bir yaratıclık eseri gibi duruyor. ancak afişten de anlayacağınız gibi filme ortadan sonra olan oluyor ve hollywoodvari bir hal alıyor ve bizi şaşırtıyor.

filmin sıkıcı ve vasat anları o döneme denk geliyor. ama girişindeki eğlenceli sahneler gerçekten çok çok güzel.

6/10

22 Şubat 2010

Hayat Var

Hayat Var mı?


Reha Erdem bu filmle bir süredir sıkıntılı bir süreç geçiren beni kendime getirdi. Güzel bir tokat attı bana. Kader gibiydi biraz. Daha stilize. Daha az sözle. Yüreğimdeki yerini aldı.

Reha Erdem filmografisiyle Türkiye'de kesinlikle bambaşka bir yerde artık. Her çektiği filmde farklı bir tür deneyen, hepsini de başarıyla kotaran ve türkiye'de auter sinemanın önemli ismi olarak farklı duran biri. Bir arkadaşımın dediği gibi Zeki Demirkubuz'un diyalog vuruculuğunu(edebi eserlerden kaynaklanmanın da etkisiyle) ve Nuri Bilge'nin görüntü yönetimini oldukça başarılı şekilde harmanlıyor. Üstüne üstlük türkiyeyi farklı şekillerde farklı insanlarla yorumlaması ve bunu gerçek bir ustalıkla yapabilmesi gözümüzdeki (daha çok da kalbimizdeki) yerini ayrı kılıyor.

Hayat Var, yatalak dedesi ve gemilere orospu götürüp mal kaçakçılığı yapan babasıyla birlikte virane bir balıkçı kulübesinde yaşayan(!) Hayat'ın hikayesi. Hayat 14 yaşında bir çocuk. Annesi evi terk etmiş, okumayı sevmiyor en önemlisi ise hayatında kimse tarafından sevgi görmemiş.

Zaten bu yüzden bir gemiden babasına atılan çin malı dandik oyuncağın düğmesine basıp "i love you" deyip gülen saçma kırmızı kalpli oyuncağıyla uğraşıyor. O oyuncak gülüp sevgi sözcükleri söyledikçe bizim sinirleimiz bozuluyor. Gerçi hayat büyük ihtimalle anlamıyor bile ne dediğini oyuncağın. Hayat arabeski fark ediyor. Onun dikkat kesilmesine bir tek acı sebep oluyor. Acıyı bile umarsızca karşılıyor. Ona gereksiz aşırı sevgi gösteren hayat kadını komşularından sürekli kaçıyor.

Hayat çok zor diyor Reha Erdem. Bu gördükleriniz gerçek bir hayat olamaz dercesine de filmin başında değil, bitişinde Hayat bu sorunlu dünyadan (sanki) dönmemecesine kaçarken ve ilk defa mutlu görünürken ekran kararınca filmin adını gösteriyor. Hayat Var ise film sırasında değil sonrasında var diyor. Filmdeki Hayat bir kız ve ne var olabilir ne mutlu.

Bizi sarsıyor Reha Erdem. Filmin içinde olmayan tek kareyle yapıyor bunu bana. Herkesi bir yerinden yakalayacağı ise şüphesiz filmin.

8/10

20 Şubat 2010

The Informant


"Olgunlaşıyor" son dönem bir kaç filmden sonra kullandığım bir tabir haline heldi. Coenlere demiştim en son. Paul Thomas öyle, Wes Anderson bile bir yerde öyle.Ya bizle beraber büyüyorlar ya da gerçekten istedikleri zaman istenilen algı düzeiyne göre film çekebiliyorlar. Ki her iki türlü de etkileyici.


The Informant Soderberg'in son filmi. Ocean's Eleven gibi bir açıdan. Bilinmez planlar. Görünmez adamlar polisler falan. Ama The Informant Eleven gibi değil. Daha çok The Conversation'a benziyor. Olgun. Sakin. Neyin ne olduğunu gösteren ama anlaşılmamasına bilinçli şekilde izin veren yapısıyle sağlıyor bunu da.


----------spoiler--------------

Filmin konusu ise bir kimya mühendisi de olan Matt tipik bir amerikalıdır. Ancak bir anda şirketinin pis işlerini FBI'ya gammazlayacak bir adam olur. Ama ikili oynadığı yalnızca şirketi değildir. ailesi, FBI, avukatlar hatta kendine de ikili oynar. Bunların nedenleri sonuçlarını sonra görsek bile inanamayız. heralde asıl afişindeki "unbelievable" yazması bundan.

----------spoiler--------------


Sonuçta bir şaheser değil. Düz ama yine de akıcı sayılabilecek bir film bu. Soderberg iyi, Matt her zaman ki gibi çok iyi.

Nerden gelip nereye gittiğini anlamadığım bir yazı oldu. Dönüp okuyunca utanayım da biraz özenli olayım madem.

7/10

19 Şubat 2010

Blade Runner

Which one are you?

14 Şubat 2010

A Serious Man



Hayat Zor

Zaten sen bile tavşan örneğiyle anlatmana rağmen yazdığın fizik denkleminden bir şey anlamıyorsun. Fizik profesörüyken hem de.

Hayat da böyle bir şey Gopnik. Zorlama istersen.

Coenler'den Barton Fink tadında, kişisel, eğlenceli kara komedi. Hem de en olgunundan.
Yazılacak çok şey var ama ben de Gopnik gibiyim biraz. O yüzden b

13 Şubat 2010

Fantastic Mr. Fox


Bu bant. Bu bakış. Bir tek şeyi hatırlatır heralde.

Aynı adamdan bir kitap uyaarlaması. Wes Anderson ve Noah Baumbach beraber yazmış.
Bir çocuk kitabını uyarlarken yine yeni yeniden karakter zengini yapmışlar filmi.
Pek güzel yapmışlar. Eğlenceli falan.

12 Şubat 2010

Istanbul On My Mind

Almanya: Wim Wenders, Werner Herzog
Meksika: Guillermo Arriaga, Alejandro Gonzales Inarritu
Danimarka: Lars von Trier
İsveç: Lukas Moodysson
İran: Samira Makhmalbaf
Rusya: Timur Bekmambetov
İngiltere: Jonathan Glazer, Mike Leigh, Alan Parker
ABD: David Lynch, Spike Lee, Kimberly Peirce
İrlanda: Stuart Townsend
İspanya: Pedro Almadovar
Japonya: Takeshi Kitano
Malezya: Tsai Ming Liang
Çin: Wong Kar Wai

Yukarıdaki listede yönetmenlerin bir kısmı ile görüşüldü ve onay alındı, bir kısmının ajansları ile ön görüşmeler yapıldı ve bekleme sürecinde, bir kısmı ile henüz hiç görüşülmedi. İlk başta da söylediğimiz gibi bu liste netleşince hemen basın ve kamuoyu ile paylaşmayı arzu ediyoruz. Yönetmenler İstanbul'a geldiklerinde de basın toplantıları düzenlenecek.




Yukardaki yazı uzun zaman önce yazılmış. Direk alıntıdır.
Gerçekleşeceğine dair resmi bir açıklama yok. Ama ya olursa deyip heyecanlanmamak elde değil.

08 Şubat 2010

The Chaser

"Sinemanın tüm anlatım şekillerini altüst et.
Bunu yaparken de tüm kurallara uy."
Deseydi eğer bir sinema hocası, sözünü dinleyen tek öğrencisi Chaser'ı çekmiş derdim.


Chaser bu çelişkiyi bize aktararak şaşkınlık yaratıyor.
Hikayesini anlatırken klişelerin tamamını yıkan yapısını sinemanın sistematik ve iyi çalışılmış diliyle güçlendiriyor.inanılmaz güçlü karakterlerin tüm hareketleri ve geçmişleri beklenenden farklı. ama oldukça sağlam.

madde madde bakarsak :
rüşvet aldığı için işinden kovulmuş eski dedektif bir pezevenk. kaçırılan eskort kızlardan birinin peşinden gidiyor. Bunu da para için yapıyor. Ulvi sebeplerle falan değil yani. Yani bu adam başrolde ama gerçek bir anti-kahraman. Olası değil gibi. Ama sinematik açıdan her yönü tek tek anlatılmış gösterilmiş. Değişim ya da değişmeyiş herşeyiyle mantıklı.

Katilimiz gerçek bir pisikopat. İktidarsız olduğu için keserini erkeklik organı gibi kullanıp kadınları öldürüyor. Bunun sebeplerini gösteriyor. Ama ana-akım filminde olmayacak şekilde
daha ilk dakikalrdan ortaya çıkıyor, hatta yakalanıyor hatta itiraf ediyor. Sonra da serbest kalabiliyor. Akımın dışında ama kitabın gereklilikleriyle dolu.

Kurban kadın kaçmaya çalışıyor, yani baştan ayıkıyor (ayıktırılıyor) ama kaçamıyor. saldırıya uğruyor. Katil tutukluyken kaçıyor. Ama uzağa değil. Kader katili onun kucağına getiriyor.
Yine de ölüyor. Anam kız da öldü. Hollywood bunu nasıl çekecek merak ettim gerçekten. Ama kadınla ilgili de tonla şey biliyoruz. Karakter oldukça zengin.

Yani karakterlerini ve hikayesini sağlam bir temel oturtup tüm zincirleri kırıyor yönetmen.
Gerçekten son yılların en iyi filmlerinden biri. Bunca zaman gözden kaçmış olmasına üzüleceğiniz türden hem de.

Oldboy tadında. Çekiç ve Koreli görünce kaçmanıza sebep olacak şekilde.
İnanılmaz tempo artışları düşüşleri ve bir güne sığdırılmış güzel hikaye.

9/10

  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP