28 Aralık 2009

2009'un En iyi Filmi


And The Porward Goes To...


Naçizane anketimize 68 kişi oy vermiş. Herkese tek tek teşekkür ederim.

Sonuçlara gelecek olursak; anket iki filmin inanılmaz çekişmesine sahne oldu. District 9 ve 500 Days of Summer. Ve burun farkıyla 500 Days of Summer son gün verilen bir oyla kazandı.

Sıralama şu şekilde:

1 - 500 Day of Summer (%30)
2- District 9 (%29)
3- Inglourious Basterds (%14)
4- Moon (%7)
5- Let the Right One in (%5)

Gerçekten sırlamanın bu şekilde olmasını ummuyordum. District 9 ya da Moon'dan biri en iyi! olur derken Aşkın 500 Günü ve Inglourious Basterds sürpriz yaptılar. Up, Two Lovers ve Revanche'in bi tane bile oy almasını beklemiyordum aslında.

Zaten seçimli şeylere ve demokrasiye bu nedenle inanmıyorum. Evet, kendimle de çelişiyorum. Önce size seçenekler sunuyor sonra da seçiminizi beğenmiyorum. "Kötü ki o" diyorum. Ve sizin verdiğiniz %42 oyu yok sayıyorum. Hayatta yapmam. Kim o kadar oyu aldıysa birinci o'dur.

Bir yıl bitti. Yılın en iyilerini de seçtik (üstüme vazifeymiş gibi). Bir yazı daha yazabilirim. Avatar the Magnificient hakkında. Bu yıl elimize son anda geçen filmlerden Where the Wild Things Are, Bad Lieutunent gibi filmler ocak ayında izlenir, sizden geri bildirim istenir, yazıları yayımlanır. saygılarımı sunarım.

İyi yıllar.

Not : Bloguma fotoğraf koyup yeni yılda bundan istiyorum demiyecem. Ama gönlünüzden kopan bir şey olursa beklerim efendim :))

25 Aralık 2009

Hakan Günday'a açık mektup

Sevgili Hakan Günday,

Nasılsın?
Eşin nasıl?
Evdekiler?
Keyifler?
Antalya?
İstanbul?
Asil?
Ekber?
Sana kızgınım. Beni göt gibi bıraktığın için kızgınım tabi ki. Sen ne sandın?

3-4 kitabını okudum. Kinyas ve Kayra'dan beri de seni çok (ama çok) severim.Modern Türk edebiyatının salt zeka parıltısı değil ebedi! derinlik, yan öykülerle ve üslubun olgunluğuyla olması gerektiğine inanıyorum (pek çok yeni Türk romanının sabun köpüğü olduğunu düşündüğüm için). "Bir" düşünceden ibaret değil kitapların.

İşte bu önyargılarla okudum kitabını. Ne askerlik yaptım ne de yakın zamanda yapacağım. Ama yaşım gereği zamanın yaklaşması ve kaçışın olmamasının verdiği stresle o günü bekliyor ve bu mektubu yazıyorum.

Bu ülkedeki herşeyi, asker, devlet, türk, kürt erkek, kadın, devlet, korucu, terörist, asker, anne, baba, ordu, Atatürk konumlandırması demeden eleştirdiğin (belki sövdüğün) kitap neden sonra bambaşka bir hal aldı (karakter, olay, durum değişince bunlar da değişmez deme. Vian okumuşluğum var). Olmalı mıydı bu?Ziya Hurşid gerçeğini öğrenmeli, Atatürk'ü sevmeli ve askerliğin kötü olduğu tek yerin sağlıksız(?) bir beyin olduğunu mu görmeliydik? (Lan 200 sayfa eleştirdim herşeyi, birşey demedin. son 30-40 sayfaya mı laf ediyon dersen evet derim. Sıçıyosan ağzına birinin gerçekten sıç derim)

Bir film var Hakan Günday. Stranger Than Fiction. Bildin mi? Şöyledir kısaca, adamın biri gaipten sesler duyar. O ses adamın hayatını "dış ses" olarak anlatmakta ve maalesef bir süre sonra öleceğini söylemektedir (Orhan Pamukvari peşin ölüm habercisi dış ses tadında). Adam bir kitabın içinde olduğunu fark eder, yazarı bulması için bir edebiyat proeföserüne gider, anlatır herşeyi. Proföser bakar ve derki "bu kitabın bir şaheser olması için senin gerçekten ölmen gerekiyor". Adam yazarı arar ama sonunda da ölümü kabul eder. Bir gün. Bam. Otobüs çarpar.

Biz de bu kabyllenişle izleriz. Bilmemize rağmen herşeyi adamın ani ölüşü bizi fren yapmadan duvara çarpan bir araba gibi yapar. Sarsılırız ve "bu bir şaheser, sonunu bildiğim şeyi anlattığı gibi bitirdi" deriz. Sonra ne olur biliyor musun? Adam hastanede ayılır. Ölmemiş. Kitabın yazarı acımış son anda. Ne olduğunu biliyorsun bence? Kitap şaheser olma şansını yitirince film de otomatik olarak yitirmiştir. Tabi ki yönetmen aptal değil. Belki "ben şaheserimi yaptım ama Hollywood'dayım ve sizi mutlu uğurlamak istedim" der. Filmi seversin yine de. Lakin son 15 yılın en iyi 15 filmi arasına koymazsın.

Sen tabi ki bize filmin sonun %100 mutluluk vermiyorsun. Ama olgunluğuyla şaheser olan kitabınının sonunu bir düşünceden (yaratıcı ya da hastalıklı farketmez) ibaretmişçesine bağlaman ve kitap yeterli etkiyi yaratmıyormuş gibi, sonda sağ gösterip -bir de- sol vurman hoş değil.

Buna niye takıldın dersen, bir zihnin içindeki hikayenin içinde başka bir hikaye olmasaydı fena olmazdı aslında derim. Nasıl? Bence öyle olurdu? Tamam sen biliyorsun zaten.

Sana haksızlık ettiğimi biliyorum -umrunmuş gibi. İyi bir kitap olduğunu da biliyorum Ziyan'ın. Ama insan sevdiklerine daha çok kızıyor Hakan Günday. Herley hem onun hem kendi için daha iyi olsun istiyor.


Not: "Sıradan bir çizgi filmin bir çocuğun balkondan atlamasına neden olan etkinin onda birini yetişkinlere verebilmek için romanlar yazıyorum" demişsin. Atlatır, intihar ettirtir mi bilmem ama gerçekçilik hissini arttırmak için yaptığın "ürün yerleştirmeler" etkili oluyor. Tesadüfi olabilir - ama bir arkadaşım kitaptan hemen sonra "stan smith" ayakkabı aldı, ben bir iki şarkı dinledim ve kitabı okuyan herkes son satırlardaki "asil"den sonra yan sayfadaki "azil" reklamını görünce gitti aldı. Ama başarılı ve olumlu olduğunu belirtmek isterim.

Herşey için teşekkürler.

Porco Rosso


24 Aralık 2009

away we go


sıcak, güzel bir yol filmi. romantik komedinin dozu ayarında.
zaten bu kadar sevmese sam mendes aynı yıl ikinci film olarak çekmezdi.

aile kurmak ve bir ev bulmak için yola çıkan çiftimiz, şehir şehir gezip hem doğacak çocukları hem kendileri için en iyi yeri ve oradaki insanlarla iletişimlerinin nasıl olduğunu görmeye çalışırlar.

mükemmel çift olduklarını düşündüğüm bu iki güzel insan, yolculukları sırasında amerikan aile sistemini, kendini hippi sanan herbalistleri, çocuğunu terk edip gidenleri kısaca kimi görürlerse eleştirirler. bunu da ayarlı yaparlar.

filmle ilgili kafamda iki soru var : 22 yaşında bir kızın ailesini kaybetmesini bu kadar trajik hale getirmesi ve bu konuyu uzatması can sıkıcı. ikinci olarak arkadaş hani sizin çok paranız yoktu. Nasıl ülkenin dört bir yanını gezdiniz 2 haftada uçak, tren araba kirası. piii. bir ben fakirim lan.

ama film çok tatlı. alın sevgilinizi izleyin lan.
çok yalnızım be atam! sevgilinizle. unutmayın.

7.5/10


23 Aralık 2009

Okuribito - Departures

Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gölgesine sarılıyorum *


Gidişler sadeliğiyle insanı etkileyen, ölüm üzerinden aileye ve topluma bir bakış atan güzel bir film. O kadar sade ve durgun olmasına rağmen 130 dakikann nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.

Filmde unutmayacağım şey ise "taş mektup"tur. Birine bir taş verirsin ve o kişi taşı eline alınca pürüzünden ağırlığınan yapısından ne hissediyorsa senin hakkında bilgi sahibi olur.

Zaten konuşmaya gerek yok diyor ve az diyaloğuyla minimal bir Japon filmi yaratıyor Yojira Takita.

Şaşırdığım tek şey ise; Japonların tepkilerini ve mimiklerini anlamak gerçekten imkansız.


* Cemal Süreyya

22 Aralık 2009

lie to me

Everbody lies

Bir blog gezerken tanıştım Lie to Me ile. Amerikada geçen sene başında yayınlanmaya başlamış ve tuttuğu için ikinci sezonu da çekilen bir dizi.


Uzun zamandır House Md. dışında birşeyler izlemediğim için (californication yarım kaldı, HIMYM ise düzenli takip edilmiyor artık tarafımca) merakla başladım diziye. Aslında merakımı da boşa çıkarmadı. İnsanların yalan söylediğini tespit edebilen Dr.Lightman polisin, şirketlerin ihtiyaç duyan herkesin ve kurumun yerine gözlemler (bazen sorgu gibi) yaparak kişilerin yalan söyleyip söylemediklerini buluyor. Ekibi de bu hususta ona her halde yardım ediyor ve suçlular yakalnıyor, her daim.

Ekibinde gerçek bir profesyonel (kendi hayatındaki yalanları görmezden gelen) Dr.Gilian Foster, doğal yeteneği sayesinde eğitim almadığı halde suçu ve yalanı hemen anlayan bir polis memuresiyken işe alınan Ria Torres ve aklına gelen herşeyi direkt söyleyen ve hiç yalan söylemeyen bilgisayar uzmanı eğitimli Eli Loker .


Dizinin 2-3 bölüm güzel olan yalan bulma taktikleri ve dizi sırasında yalan söyleyenin aynı mimikve tepkileri veren ünlü kişilerin görüntüsünü ard arda göstermesi gerçekten orjinal, komik ve ilgi çekici.

Ama sonra herşey (birden bire) sıradanlaşmaya başlıyor. Bölümler birbirine benzemeye başlıyor. Dizi başka dizilere benzemeye başlıyor. Mesela aşırı zeki, umursamaz ama doğruyu bulmak yolunda takıntılı -bu uğurda arkadaşlıklarını hiçe sayabilen- doktorumuzun kırışık gömlekleri uykusuz geceleri bir kaç dil bilmesi yakınında kimsenin olmaması ve bir olaydaki (vaka) yalanı(hastalığı) bulmak ve onun nedenlerini bulmak (tedavi) için yaptıkları fazlasıyla tanıdık. Bu bölümü şüphesiz ki House Md ve Gregory House' çok benziyor. İlk başta başka sorunlar ve kişiler var gibi düşünüp bir anlık bir mimik jest ile doğru kararı buluyor Dr. Lightman. Ben bunu da House'un da sonra, birden çözümü bulmasını Viky'nin burnunu kaşıyıp sorunu halletmesine benzetiyorum.Bu benzerlik kötü değil ama yalanlar üzerine bu kadar konuşan bir adama benzer bir yalanlar dizisi yapmak garipmiş.


İkinci dizi benzerliği ise CSI ve benzeri polis dizilerine. Ekip her bölümde olmasa da ikiye ayrılıp iki ayrı olayı inceliyor. Her iki ekip de bunlarda başarılı ilerliyor. Sorunu çözdüklerinde ise suçlu (yalanı söyleyen) bir anda çözülüp neyi niye yaptığını itiraf ediveriyor.
Bu iki sevilen dizinin toplamı değil ortalaması bile edemiyor Lie to me. Zira puanlayacak olursak :


House =10
CSI= 7
Lie to Me < (10+7)/2

Not: Ayrıca ben her şekil bu adama yalan söylerim. Pis yaparım bu işi. Kralı gelse anlamaz.

19 Aralık 2009

Foto - Moto

Ödüllü yarışmamımızın sonuçlarını doğru bilen ilk kişiye dvd hediye edecem.

Aşağıdaki fotoğraflarda hangi filmler tekrardan canlandırılmıştır?






Son foto sorusu ise "footerdaki fotoğraf" kimindir?

Sevgili gökçe yolladığında aklıma nedense bu fikir geldiği için yarışma tadında yapıyorum. Yoksa kazanmak değil katılmak önemli olan. Karşıyım her türlüsüne. Asıl amaç ise fotoğrafları paylaşmak.

Ödül dvd ikinci el olabilir ama :)

16 Aralık 2009

Thirst




Bir sevdim bir sevmedim, bir hızlandı bir duruldu bir türlü tutarlı olamadı.

Chan Wook Park'ın Cannes'da da yarışan filmi "Thirst" yönetmenin yine sıradışı işlerinden biri. Zira ancak Park düşünebilirdi bir rahibin vampire dönüşmesi durumunda olabilecekleri.

------------ spoiler ----------------

Bilime inanan ve bir arkadaşının komada oluşuyla iyice hayata küsen (ki ben burada kaçırdığım başka sebepler ve günahlar olduğunu düşünmekteyim) bir rahip, insanlar üstünde deneyler yapan bir kliniğe denek olarak gitmeye karar verir. Sonucu ölüm olacaktır. Ancak kendisine verilen kandan (?) dolayı tekrar hayata döner ve iyileşir. Tek bir farkla; artık vampirdir.

ülkesine dönen rahibin tabi ki kana ihtiyacı var. Sonuçta vampir. Ama bir din adamı birini öldürüp de kanını içemez ve günah işlemeyen bir vampir olarak hayatını devam ettirmeye çalışır. Ta ki karşısına bir kadın çıkana kadar. Evet, kadın en büyük günahtır. Hatta şeytanın kendisdir.


------------ spoiler ----------------




Chan Wook Park'ın kamerası ve görüntüleri oldukça başarılı ama bazı yerleri fazla uzun bazı yerleri anlaşılamayacak kadar kısa geçilen bir film Thirst. Açık noktaları tam bağlayamıyor. Duygusal mı komik mi gergin mi olacağını bilemiyor (hepsi birden de olmayı beceremiyo işin kötüsü). Özellikle filmin bazı sahnelerindeki duygusal yoğunluk ve gerilim yükselişi oldukça başarılı. Bir ayakkabı verme sahnesi var ki "aşık olunan sahne" kategorisine girsin.

Ama erkek oyuncu performansıyla Song Kang-ho (Host ve Sympathy For Mr. Vengeance) iyi bir performans sergilerken diğer oyuncular sönük kalıyor.

Ama orjinal düşüncesinin etkileyiciliği ve ölümsüzlük(tedavi) için yapılanlara yaptığı tadında bakışıyla (dine karşı) başarılı. Ama baş yapıt da değil.


7/10

Not: Filmin 2 saat olduğunu da belirtmek gerekir.

14 Aralık 2009

the box

Çehov : Duvarda bir silah varsa oyun sonunda mutlaka patlar.



Kısa hikayeden kısa film olur.

Benjamin Button'un 1920'lerde yazılmış bir kısa hikayeden çekildiğini bilmeyen yoktur. The Box da "Button, button" adlı kısa hikayeden yaratılmış bir film. Richard Kelly'nin son denemesi.

Benjamin Button nasıl oldu da kısacık bir hikayeden 2 saatlik bir film yarattı, hatırlayabildiniz mi? her türlü ıvır zıvırla içini doldurarak. Ana hikayesinin orjinalliği ve görsel etkisi 2 saatlik bir kabusla koca bir hiçe bürünmüştü gözümde.

Maalesef The Box'ın da sorunu bu. Aslında etkili sayılabilecek bir konuyu 1 saat 50 dakikalık bir film yapmaya çalışınca pekçok gereksiz ve etkiyi yok eden unsur da filme giriyor tabi. Richard Kelly gibi nevi şahsına münhasır bir adamdan beklenmeyecek şekilde ana konuyu bile unutmamıza sebep olan sorular silsilesiyle karşı karşıya kalıyoruz.

Filmin sebep-sonuç ilişkisine bakışı oldukça güzel. "Verdiğin kararlardan sen sorumlusun ve sonuçlarına katlanmak zorundasın" diyor. Başkasını vuran sensen, başkasının seni vurma ihtimalini düşüneceksin. Yabancı dediğin kişinin kim olduğunu bilemezsin ve başkası için yabancı olduğunu unutmamalısın.

Ama filmin bu derdini doldurmak için anlattığı hikayeler gerçeklikten (tabi ki de bu gerekli bir şey değil) uzaklaşan, mistik ama sebebi bilinmeyen olayları gösteren - unutmamak gerekir ki filmin derdi sebep sonuç ilişkisidir ve bunu kendisi hiçe sayar - samimiyetten uzak oyunculuk performanlarıyla da oldukça vasatlaşıyor.

Cameron Diaz'ın yanında yeni yetme bir koca, yüzlerini bile hatırlayamayacak kadar az gördüğümüz patron, baba ve komşular (derinliksiz karakterler), anlamsız bir kadın profili (cameron diaz) ve onun hasta ayağı ve gerçek sebebini bilmediğimiz bir araştırma-intikam.

Tek güzel şey, görsel açıdan oldukça başarılı yarım surattı. Tek iyi performans da ondan yani Frank Langella'dandı.

Ayrıca kadınların hırslarına ağır eleştirisi de dikkat çekecektir.

Benim için hayal kırıklığıydı.
6/10

Not: Uyuyakaldıran bir film. Önceki ileti o nedenle yazıldı.
Not 2 : Twilight Zone adlı -bir ara trt 2de de yayınlanan- dizide aynı hikaye bir dizi bölümü süresinde yayınlanmış.
Not 3: Filmin germeye çalışan, mistikleşmeye çalışan yerlerinden o kadar çok sıkıldım ki anlatamam.
Not 4: Kelly kendi düğmesine basmıştır gözümde.
Not 5 : Yegane "push the button" için, dinleyin efendim. Bir nebze olsun keyfinizi yerine getirecektir.


13 Aralık 2009

the box


Uyuyakaldım izlerken. Uyanınca yazarım. Sağlıcakla kalın.

11 Aralık 2009

The Brothers Bloom

darrjeeling limited'a benzeyecekti. iyi oldu benzemediği


filmin girişindeki hızını tüm filme yansıtamaması en önemli eksiği.

artılara geçersek. filmin başındaki göndermeler silsilesi, eleştiriler üst düzey. filmin belli bir seviyede sinema, edebiyat, dünya tarihi ve genel kültür sahibi olanlar için daha tatlı gelecektir. dostoyevskiler, diğer dolandırıcılık filmleri havalarda uçuşuyor.

rachel weisz benim için kocaman bir artı. canlandırdığı karakter sinema tarihinin en yalnız

en zengin ve en saf kızı. öyle ki inanamayıp filmin sonunda "kirli çürük ve adi" ye dönecek sandım. mark rufolo ve andryn broody cabası.

eğlenceli ve "perfect con" takıntılı filmler arasında iyi bir yerde. tabi yol filmi olarak düşünüleibilir. biraz da romantik komedi.


ben çokca sevdim "brick" filminden tanıdığımız Rian Johnson'ın filmi.

8/10

not : yazı serablog'ta ki bir yorumdan evrilmiştir.
not 2 : Sakallis ile yıllar sonra beraber izlediğimiz ilk filmdir ayrıca.

07 Aralık 2009

Anket

2009'un en iyi filmi anketine katılanlara birer çokonat göndereceğim.





Sağda gördüğünüz üzere:
500 days of summer
district 9
moon
antichrist

revanche
looking for eric
inglourous basterds
let the rigt one in
up
two lovers
olarak sıraladım ankette yer almayı hakeden filmleri. Tabi ki bu benim kişisel listemdir. Gerçi en iyi olma ihtimali olmasa da oy alacağına inandığım filmler de var. 
Bu ankette adı geçmeyen ama en iyi film diye düşündüklerinizi de lütfen yorum yazarak belirtin. belki koalisyon yaparak olmadk bir filmi de birinci seçeiblirsiniz. 
teşekkürler. 

bronson

chopper avustralyalıysa, bronson %100 ingilizdir.



anlamsız suça meyilli olan bu adamla ilgili en kritik nokta şu : bir tek insan bile öldürmeden 26 yıl hapis yatması. tabi hayatı boyunca ünlü olma isteğine kavuşmasını sağlayan da budur.



tabi ingiliz hapishane sistemini eleştrise ve suçun önüne geçmeye yönelik ve ıslah adına bir adım atılmadığı gösterilse desaf suç işlemek için dünyaya gelmiş bir adamın hayatına belgeselimsi bir bakışdır bu film. bir bakıma da günümüzde ünlü olmanın iyi şeyler yapmaktan geçmediği ve medyanın aşırı olan şeyi direkpopüler kılmasına bir örnektir.



öyle ahım şahım değil. choper gibi rahatsız edici değil. akıcılığı da üst düzey değil. sadece aşırı bir karakterin aşırı olmaya çalışıp beceremeyen filmi.



tabi nevi şahsına münhasır bu tip post modernlik bir şekilde perdeye yansıyor.bronson'daki tom hardy ise machinist ile seviye atlayan christian bale'e benziyor.

6/10



03 Aralık 2009

Haberler

Ne zamandır haberlere bakmıyorum. Bir göz gezdirince önemli şeyler var göze çarpan.
Başlıklar şöyle :

The Road'un yönetmeni Nick Cave'in senaryosunu çekiyor, oyuncular da Shia LeBouf, Ryan Gossling ve Amy Adams var. Adı The Promised Land.

Hillcoat The Proposition'da da Nick Cave ile çalışmıştı. En az onun kadar iyi bir film olsa bana yeter.




Ken Loach yeni filminin çekimlerine başladı. Route Irısh. Bu bir Irak savaşı filmi ve Bağdattaki "yeşil bölge" ile havaalanı arasındaki yolun adı.
Zombieland'in ikinci filmi gelecekmiş ve o da 3d olacakmış. Birinci film 3d boyutlu olsaydı ne değişecekti ki. Tabi ki eğlence faktörü bir nebze artacaktı da bu da filmi daha iyi kılmayacak ki.



Wong Kar Wai aralık ayında "The Grand Master" filminin çekimlerine başlıyor. Başrollerde Tony Leung ve Zhang Ziyi var.
Daha önce bahsetmiştim. Ip Man'ın hayat hikayesini anlatıyor.



Animal Collective deneysel bir film yapıyor. Tabi müzikleriyle.
Michel Gondry ise MC Paul Barman'ın yeni albümünün Divorce şarkısına klip çekecek. Biz de izleyecez tabi.

Moon ile gönülleri fetheden Duncon Jones Ben Ripley'in kitabından Source Code adlı yine bir bilimkurgu çekiyor. Referanslar bu kez Matrix, Groundhog Day ve Deja Vu. Enterasan referanslarla iyi bilimkurgu çekmesini bekliyoruz.

  • Kitano yeni filminin çekimlerine başlayacak. Yine Tokyo, yine mafya var. Ve tabi senaryo başrol ve yönetmen de kitano.
  • Bronson ile oyunculuk dersi veren Tom Hardy Mad MAx'ın yeni versiyonunda yer alabilirmiş.
  • Fatih Akin Isviçredeki minare yasagi nedeniyle; Soul Kitchen'in 16 Aralik'ta Isviçre'de yapilacak olan galasina katilmayacagini açikladi.
  • Paul Greengras Bourne serisinin 4. filmine yokum demiş. En azından şimdilik.

  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP