07 Nisan 2010

Madeo

unut. hatırlamak neye yarar ki! *

bu koreliler suç filmi çekiyorsa izleyecen hacı.
oldboy, bittersweat life, the chaser ve şimdi de mother.

daha önce the host ve memories of murder filmleriyle tanınan koreli yönetmen joon ho bong yine koreden beklenmeyen bir filmle çıkıyor karşımıza. aslında artık bekliyoruz böyle şeyler kore sinamasından. ama her seferinde bir önceki filmin üstüne birşeyler ekleyen biri çıkıyor ne mutlu ki bize.

filmin konusu şöyle : bir cinayet sonrası tutuklanan (hafif) zihinsel özürlü oğlunu kurtarmak ve masumiyetini ispatlamak için çırpınan ve polis gibi araştırma yapan bir anneyi anlatıyor. oğlunun cinayeti işlemediğine inanan bu kadın araştırması sonucunda pek çok şeyle karşılaşıp daha derine inmeyi başarabilecek (mi). düşünülenin aksine klişeyi kırarak yapacak hem de herşeyi. bir anneden beklenmeyecek tarzda. aslında fazlasıyla bir anne gibi yapacak. acemice. içgüdüsel. oğul sevgisiyle tükenmez bir enerjiyle.

Öncelikle türündeki filmler gibi intikam, yalanlar ve unutmak üzerine bir film var karşımızda. rahat durmuyor. saldırıyor sürekli anneyle birlikte herşeye. kendine ve bize bile.

kadın oyuncu hye ja kim'in performansı ise görülmeyi hak ediyor gerçekten. acı çekiyor, ağlıyor, hırslanıyor, sinirleniyor, şaşırıyor ve en önemlisi unutuyor. bunların hepsini de net bir şekilde yansıtıyor bize.

iyi bir film mother. izlerken sıkmayan, seyircinin merakını arttıran ve klişeleri kırarak devam eden bir film. hele filmde bazı sahnelerde (son otobüs sahnesi başta olmak üzere ki sanırım o sahnenin tamamına aşık oldum) görüntü yönetimi ve yaratılan kompozisyon fazlasıyla etkileyici.

8,5/10
* filmin ana teması başlıkla alakalı olmayabilir. olabilir de.

06 Nisan 2010

300 Spartacus

Sex sells


300 spartalıya karşı bir spartacus ne yapardı acaba?

Spartacus'u iyi kötü herkesi bilir zaten. capua'da bir gladyatör okulundan kölelerin özgür kalması için kaçar ve bir anda binlerce köleyi de arkasına alarak kaçar. büyük roma ordusuna karşı bir kaç zafer kazansa da sonunda yenilir ve haça gerilip idam edilir. Beraberinde pekçok köle ile birlikte.

E bunun bir de film versiyonu var hepinizin bildiği üzere Stanley Kubrick tarafından çekilmiş olan. Kirk Douglas'ın Spartacus olduğu. saatler süren dönem şaheseri ki yine de benim az sevdiğim Kubricklerden biridir.

Diziye gelecek olursak biraz filmden biraz olayın kendinden biraz Gladiator filminden ve bolca Hollywood'dan yararlanmış. Teknik açıdan ise 300 filminin aynısı.

Dizi bol aksiyon, kan ve bolca sex (açık sahne) içermekte. Amerikada kablolu tvde yayınlandığı için sansüre takılmıyor.

Yine aynı şekilde bir Trakyalı esir alınarak arenaya atılır. Ancak hayatta kalır ve eğitildikçe bilenir, iyileşir. Tek derdi özgür kalp güzeller güzeli karısına ulaşmaktır. Dövüşür de dövüşür. Tabi bu arada Roma'nın soyluları kadınları sever, köleleri öldürür ve refah içinde yaşamaya devam eder. Spartacus karısına kavuşru mu? Ona kavuşsa özgür kalır mı? Arenada zafer elde edebilir mi görüyoruz beklendik şekillerde.

Ama diziyi çekilir kılan tek şeye gelecek olursak, Roma döneminde her an gözden çıkabilecek hayatlar dizide de anında sonlandırılaibliyor. Yani bu karakter ölmesin diyen yok. Tiz vurun kellesini durumu söz konusu. O nedenle bir bölümde kim ölecek kim kalacak tahmini zor. Çekilir kılan diğer unsurda tabi ki çıplak ve güzel kadınlar. Tabi çıplak ve yakışıklı yiğitler de yok değil.

Ama dizi 300 tekniğine çıplaklık eklemenin ötesine geçemiyor maalesef.
Yine de başlarsanız bölümler bitiyor haberiniz olsun. Gereksiz ama sıkılmadan saatler geçirmek için.

04 Nisan 2010

Agora

Bu filme iyi diyeni köle gibi sopayla döverim.


En sevdiğim kadın varken sevmediğimi belirtmek isterim. Ama nedir derdi bu filmin derseniz, yoldan geçen aptalı çevirsen "Hristiyanlığı eleştiriyor" der. Ama bunu yaparken bir konun olur, bir yerden gelir bir yere gider. Yani genelde bu (genelden kasıt holywooddur) bir aşk hikayesinin bir tarih hikayesinin ardına güzel güzel yedirilir. Ama Agora ne tarihi aktarıyor ne bir aşk anlatıyor (romantik komedilerin hastasıyım) direk dine girişiyior (en sevdğim şeylerden biri de olsa) bunu yapışındaki çiğlik ve ana hikayenin sıkıcılığı yüzünden uzaklaşıyoruz ve etki azalıyor.

Bu film pekçok geri kalmış (biz dahil) ülkeye şu anda bile uygulanabilir tavrıyla etkileyici olacaktır. Milleti dini değiştirin sonuçlar aynı. Zaten filmin sırf u üzden çekildiği belli. Bilimin önemi, dinin gözü karalığı ve yine "zafere giden yolda her yol mübahtır"cılık.

Neyse ben sevmedim. Çünkü sıkıldım. Dini eleştirmesi filmin artı yanındayken, sadece bunun üzerine bir film yapmış olması da eksi yanı. Dinin artsı ve eksisi birbirini götürünce ve geriye başka bir hikaye kalmayınca elde kalıyor 0 (devlet bahçelinin 40.yıl nutku gibi oldu).

5.5/10

30 Mart 2010

The Damned United

Brian Clough : I wouldn't say I was the best manager in the country. But I'm in the top one.

Brian Clough, Derby Country hocasiyken karsilastigi her Leeds maçi sonrasi artarak büyüyen bir nefret duymaya baslar Don Revie'ye karsi. Belki Revie tepkiyi hak eden biri gibi (tipik bir Ingiliz gibi) dursa da aslinda Clough'i bilinçli kizdiracak bir sey yapmamis, sadece menajer sandigi Peter Taylor'in elini sikip Clough'u pas geçmistir. Buna ragmen Clough bunun bir intikam meselesine döndürür ve tek gayesi Leeds'i yenmek ve Revie'yi alt etmek haline dönüsür. Bunu yapar da. Clough Derby ile zaferler kazanip Primier Lige yükselince egosunun da sismesiyle yönetime kafa tutar ve kovulur. O dönemin büyük takimi ve son iki yilin sampiyonu Leeds United'in manejeri Don Revie de basarili kariyeri sonrasi Ingiltere Milli Takiminin basina getirilir. Ancak Leeds yönetimi ani bir kararla bosalan koltuga Clough'u getirince hirsli hoca bavulunu toplayip tek dakika düsünmeden küçük bir takimin teklifini kabul etmesine ragmen bosverir ve atlar Leeds'in teklifine. Ama bunu yaparken her basarisinda ve transfer kararlarinda yaninda olan Peter Taylor'i bile terk eder.

Clough hirsli ve disiplinli bir giris yapinca eski Leeds'li oyuncular da ona tavir aliyor ve neredeyse oynamiyorlar ve Clough ard arda alinan basarisiz sonuçlar sebebiyle 44 gün sonra isinden oluyor.
Kariyerinin her yerini mahvetmek için varmis gibi görünen bir takim Leeds. Onun lanetidir açikça.

Bu film gerçek bir futbol filmi. Bir futbol adaminin hayatinin futbol merkezli oldugunun resmi. Izledigimiz en ayarinda futbol içeren filmi. Çünkü %100 futbol var. Tabi ki aile, dostluk, basari, üzüntü ve yalnizlik var. Ama hepsi futbolun içinde. Onunla alakali. Clough gibi bir adamın karakterinin inceliklerini onu yüceltmeden anlatabilen bir film.

Clough Ingilterenin yetistirdigi en büyük menajerlerden biri. Nottingham Forrest ile kazandigi basarilar ortada. Ama bu film onun lanetli dönemine ve o laneti yaratan sürece deginiyor sadece. Bunu kurgusal oyunlar ve iyi performanlarla süslüyor. Herseyi ayarinda olan izlendiginde mutlaka keyif alacaginiz basarili bir kitap uyarlamasi. Her iyi futbol filmi gibi yine Ingiltereden.

25 Mart 2010

Haberler



1 - Keira Knightley, Eric Bana and Richard Gere yazın çekimlerine başlanacak olan Noah Baumbach yönetmenliğindeki "The Emperor's Children"da rol alacaklar. Film Claire Messud'un aynı isimli kitabından uyarlama olacak.

2 - Noah Baumbach ile greenberg'de çalışan Ben stiller bir sonraki projesini belirlemiş. Cameron Crowe'un yöneteceği Benjamin Mee otobiyoğrafisi olan "We Bought a Zoo" kitap uyarlamasında oynayacak. Anlaşılan bağımsız karakterler canlandrımak istiyor artık. Hayırlısı diyorum.

3 - AC/DC Iron Man 2'nin soundtrackini yapıyor. Tamamı bildik AC/DC şarkıları. Sanırım pazarlamaının farklı boyutu. Aynı şeyi Iron Man etiketiyle satacaklar.

4 - Cannes 2010 açılış filmi Oliver Stone imzalı Wall Street: Money Never Sleeps olacakmış. Şaşırmamak lazım aslında. Geçen sene Up, 2008'de Indiana Jones, 2007'de Ocean's Thirteen, 2006'da ise Da vinci Code ile açılmıştı zaten.

5 - Cannes'da yarışması muhtemel filmlerden bir kaçı ise : Terrence Malick'in "The Tree Of Life"ı, Julian Schnabel’in “Miral”ı ve Francois Ozon’dan “Potiche”. Daha neler eklenecek listeye bakalım.

6 - Un Prophete ile yıldızı parlayan Tahar Rahim, Emir Kusturica'nın Filistinde geçen komedi filmi "Cool Water"da başrolde oynayacak.

7 - Rivayete göre David Fincher, kitabı çok satan ve bir kere uyarlanan sinemaya "The Girl With The Dragon Tattoo" filmini çekecek ve başrolde yıldızı parlayan Carey Mulligan'a şans vermek istiyormuş.

24 Mart 2010

Bright Star



öncelikle şiirselliği arttırmaya çalışması çok hoş jane campion'un. tam olarak başaramasa da eline yüzüne de bulaştırmıyor. haksızlık olmasın. ustaca kotarıyor diyebiliriz de. evet çelişkiler insanıyım. zorlanmam ironinin anlamını sorsalar.

bright star ünlü romantik şair john keats'ın etrafında dolansa da aslında onun yazmış olduğu bright star şiirini, kim için yazdığını ve o kişinin nasıl biri olduğunu araştırmaya çıkıyor. yani şair'in en ünlü şiirlerinden birinin peşinde gidip neler olduğunu olmuş olabilceğini gösteriyor.

eleştirilerin çoğunun haksız olduğu da böyle ortaya çıkıyor zaten. şair değil şiir anlatılan bu filmle.

çok sevmediğim dönem filmleri içinde farklı bir yerde durmayı başaran, görselliğiyle etkileyici olabilen bir film bright star. durağan gibi görünse de sıkmamayı başaran bir film. şaheser diyemesem de kesinlikle hoşuma giden.

bahsi geçen şiir :
bright star
bright star, would i were steadfast as thou art —
not in lone splendour hung aloft the night
and watching, with eternal lids apart,
like nature's patient, sleepless eremite,
the moving waters at their priestlike task
of pure ablution round earth's human shores,
or gazing on the new soft-fallen mask
of snow upon the mountains and the moors —
no — yet still stedfast, still unchangeable,
pillow'd upon my fair love's ripening breast,
to feel for ever its soft fall and swell,
awake for ever in a sweet unrest,
still, still to hear her tender-taken breath,
and so live ever — or else swoon to death.

22 Mart 2010

The White Ribbon

Haneke, huzursuz seyirler diler.


Basit bir hikaye : Küçük insanların olduğu bir kasaba ve onlara korkuyla güvenlik arasında bir denge oluşturmaları gerektiğini anlatan.

Birinci dünya savaşı öncesi küçük bir Alman kasabası. Ve kasabada yanlış olan şeyler. Yanlış olduğunu düşündüğümüz (belki de sadece biz düşünüyoruzdur). Bu yanlışlık ilk önce talihsiz kazalarla karşımıza çıkıyor. Doktor atının tuzak oalrak gerilmiş ipe takılmasıyla yaralanır. Sonra Baron'un ambarlarından biri yanar. Sonra kereste fabrikasında ölen bir kadınla. Ve herkes bir suçlu aramaya başlıyor. Çok iyi tanıdıkları diğer köylülerin suçlu olup olmadığını merak ediyorlar. Ve ne filmi anlatan ne biz ne de her hangi biri gerçek suçlunun (suçluların) kim olduğunu bilmiyoruz. Zaten Haneke sorunların çözümüyle ilgilenmiyor. Salt sorunu gösteriyor inceliyor. O köylüler gibi güvensiz olmamızı istiyor. Onlar gibi suçlu aramamızı önyargılı olmamaızı istiyor.

Bunu da tabi ki başarıyor. Bizim ne gördüğümüzle ilgilenmiyor. Birilerinin gerçeği arayışına odaklanıyor. Cache'ye bile benziyor bu açıdan. Oynatmadığı kameradan, olmayan hareketlerden gerilim yaratmayı hep beceriyor. Hanekenin siyah beyaz seçimi ve görüntü yönetimi olağanüstü. Renkli olması düşünülemeyecek kadar etkili kılıyor filmi.

Ama bunların merkezindeki kadın ve çocuk istismarı ve ataerkil aile yapısı zaten kimseye (öğretmen hariç) sempati kurmamızı da engelliyor. Film bu yapıyla ciddi bir Nazizm ve faşizm eleştirisi sayılabilir de. Gücü elinde tutmak için tutunulan tavırlar ve dini parayı gücü belki sevgiyi kullanmanın etkilerini gösteriyor.

Cannes'da büyük ödül alıp, oscarlarda en iyi yabancı film olarak yarıştığını hatırlatmakta fayda var.

8/10


21 Mart 2010

Fish Tank

Life is unfair, kill yourself or get over it
İlk bakışta klasik bir ingiliz filmi gibi duruyor. Aslında öyle de.

15 yşındaki Mia'nın hayatı annesinin eve yeni erkek arkadaşını getirmesiyle değişir. Aslında değişmesi gerken bir hayatı vardır Mia'nın. Bizim "Hayat" a benzer az buz. Banliyöde yoklukla yaşayan ve mutsuz olan Mia dans eder içki içer ama çıkışı bulamaz bir türlü.

Bakışı kamerası sadeliğiyle fazlasıyla Ken Loach'ı andıran bir film. It's a free world benzeri bir yapısı var. Ama Michaesl Fassbander ve başroldeki Katie Jarvis'in iyi oyunculukları da eklenince iyi bir film çıkıyor ortaya.

Cannes'da Thirst ile jüri ödülünü paylaşmaları da tesadüf değil zaten.

İzlenesi bir avrupa filmi.

19 Mart 2010

El secreto de sus ojos

Gözler kalbin aynasıdır

iyi olmakla beraber yükseltilen beklentiler nedeniyle vurucu etkiyi yapamamakta. bir de gözlerimi görseniz öyle düşünmediğimi anlardınız ya. neyse.

öncelikle inanılmaz bir dramatik yapı var. hiç aksamayan. her hareketin bir şeye hizmet ettiği.

film, gençliğinde takınıtlı bir şekilde ilgilendiği ve sonucunda tüm hayatını etkileyen bir davayla uğraşmış olan esposito'nun 25 yıl sonra emekli olunca aynı davaya (davalara) dönüşünü ve bunu kitaplaştırmasını çalışırken konu ederken iyi bir polisiye kurguyla herşeyi heyecanlı bir hale getirmeyi başarıyor.

yer yer inanılmaz güzel kamera kullanımları etkilyeciliği arttırırken filmin ilk yarısında herşeye rağmen yüksek kaliteli esprilerle de birlikte oldukça hızlı gidiyor. ancak sonlara doğru yavaşlarken bir an filmden kopma noktasına gelişimiz tek kötü yan gibi görünüyor. ama film o kadar iyi bir sinema dili kullanıyor ki görselliğin ve oyuncuşuğun her nimetinden yararlanıyor. çekilen bir perde, kapanan bir kapı, kapalı bir çerçeve gözlerle görünecek kadar iyi perfomans serisiyle birleşince sinemanın gücüyle etkiliyor seyirciyi.

intikam, hırs, tutku, aşk, korku yani insancıl olan herşey filmin içinde ve duyguların hepsi insanların gözlerinde. ağır dönem baskısı (devlet eliyle katil yaratmak) adalet sistemindeki yozlaşma ise sert eleştirilerin odağında yer alıyor.

"söyle ona benimle bir defa dahi olsa konuşsun" sahnesi ağır bir tokat ve özet.

not: bir de sakallis biliyor ya uzun zamandır ilk defa bir film izlerken "lan mal mısın olum?" falanlı cümleler kurdum. bildiğin kaptırmışım kendimi. en son sakallis elini omzuma koymuş "otur olum, sakin ol" dedi. "ama haksız mıyım sakallis" dedim. "haklısın da otur ve haklı ol. ayağa kalkınca bir şey değişmiyor" deyip beni bozdu.


14 Mart 2010

crazy heart

İnsan kötü doğmaz. Hayat onu kötü olmaya iter.


Bad Blake tüm tükenmişliği ve boşvermişliğiyle karşımızda.

Adını kendisi Bad koymuş bir country şarkıcısı. Yaşlanmış, yeni albüm yapmayan, turne adı altında şehirden şehire sürüklenen bir adam. Hayat onun için zor görünse de değiştirmek için bir çabası yok. Sadece bir sonraki günde aynı şeyi-unutana kadar içeçeğini- yapacağını bilen bir adam. Belki de ölümü bekleyen.

Ama Bad kendine koyduğu ismi kendisi geri alabilceğini, bunun elinde olduğunu 57 yaşında fark edebilir. Belki de etmez. Ama hayat her zaman karşımıza güzel şeyler ve insanlar çıkarabilir. Ama kararları sen verirsin.

Maggie Gylenhall iyi eşlik ediyor Jeff Bridges'e. Ama yaratılan mükemmel karaktere mükemmel bir performanla vücut buldururken insan büyüleniyor Jeff Bridges'ten. Big Lebowski sonrası bu rolü nasıl kaptığı belli. Birbirlerine benziyorlar gerçekten. Bad'in film başında bowling salonuna girişi ve şaşaırması da bunu işaret eder nitelikte. Dude istinasız herşeyi boşvermişken, Bad geçmişle ilgili belki gelecekle ilgili şeyleri barındırıyor zihninde.

Gerçekten çok iyi bir performans. Sırf bunun için bile izlenebilir film. Ama haricinde de aksamayan, şarkılarıyla eğlendiren bir film. Başarılı.

Derdi ne mi filmin : Alkol tüm kötülüklerin anasıdır.

Aklıma iki şarkı geldi filmi izlerken.
Biri Johhny Cash : Hurt.
Diğeri aşağıda. Dinleyin seveceksiniz gerçekten.



8,5/10

Un Prophete

oku



gerçekten iyi film. hem de aksayan ve gereksiz onca yeri varken. hem de belki de değişik birşey anltamazken. bence bunları okuyup da bu kadar çelişkiyi içinde barındırmasına rağmen filmin iyi olmasını merak edip izlemek istememek hayret verici olurdu.

19 yaşında 6 yıl hapse mahkum olan Djebena bir sebepten Korsika mafyasına bulaşır ve onların hapisanede ayak işleirini yapan bir arap olarak sürekli ezilir.

ama tahmin ettiğiniz gibi kader ağlarını örer ve genç arap bir şekilde kendini geliştirir. bu öyle sıfırdan var olma hikayesi falan değil. bu gerçeklerin tesadüfen insan isteyince vuku bulduğunun resmidir. kenan evrenin genelkurmaybaşkanı oluşu gibi.

cannes da büyük ödül alan bu film peygamber nasıl olunuru mu gösteriyor nasıl olmalıyı mı bilemedim? ama sert eleştirileri iyi oyunculukları ve uzun süresine rağmen sıkmadan insanı içine çeken yapısıyla oldukça etkili.

din, ırkçılık, mafya eleştirinin odağında. insandan sonra.

mutlaka izlenmeli.

9/10

13 Mart 2010

Global Metal


"Bir Metalcinin Yolculuğu"ndan sonra aynı kişi tarafından yapılan Global Metal, ilk film sonrası dünyanın heryerine gelen mektuplar sebebiyle metal müziğin dünyanın her yerine yayılışını ve oradaki etkilerine değinmek istiyor.

Ama ilki gibi etkili bir film olamıyor. Heralde bu yüzden de dvdsi indirimli olarak 4 liraya alınabiliyor. Biraz acımasız oldu fark ettim ama ilk dakikalarda brezilya ve sapultura temalarından sonra sıkmaya ve her ülkede kendini tekrarlamaya başlaması 20. dakkadan sonra filmi çekilmez kılıyor.

Ayrıca uzakdoğuda muhtemelen satacağının düşünülmesiyle sürekli oradaki ülkeleri gezmesi de kabak tadı veriyor ve filmi ileri sararak izlemenize sebep oluyor.

Yerel halkın demografik özelliklerine çok az, siyasetine çok az dokunmakla olmuyormuş demek ki. 3 ülke gezip detaylandırsa daha iyi olaiblirmiş. Gözleirimiz türkiyeye uğrarlar mı diye de bakındı ama nafile.

5/10

09 Mart 2010

7 Kocalı

Ne Türk filmi izlemişim bu ara.

müzikal sevmediğim için çok sevmedim.

ezop'un masalları yaşatmak için girdiği mücadele çok güzel. ama masalsı yapıya rağmen abartılı oyunculuklar dekorlar kostümler ve bol neşeli şarkılar bana göre değil. Bu tür bir masalı (önemli olan masal olması zaten) daha sade anlatmak çok da iyi olmayabilir gerçi.

nurügl yeşilçay'ın performansı ise anlaşılmaz. bir çok iyi dedim bir çok kötü
tutarsız. belki de hürmüzü en iyi böyle oynayabilirdi. bilemedim şimdi.

annemle izledim ve o benden daha ılımlı baktı. ama o da bayılmadı açıkcası.


not: bu ara böyle kısa kısa yazma sebebi filmlerin birikmesi ve benim zaman sorunum. yazma lan böyle yazacaksan derseniz, alınır yazmam.

not2: aslında beni yazmaya itecek kuvvetli bir film bekliyorum. hayat var gibi bişey olmalı ki yazacaklarıma karar veremeyip şişirmeliyim yazıyı.

not3: evet. fotoğraf artniyetlerle konulmuştur :)

sevgiler.

08 Mart 2010

Neşeli Hayat

Pazar gecesi uyumak için konulmuş bir filmden fazlası.



Özellikle yaratılmış olan Rıza karakteri o kadar sağlam ve o kadar iyi performe ediliyor ki şaşırmamak elde değil. Benim eniştem lan o. Senin dayındır. Ya da bakkalındır. Ama son dönemin en iyi karakterlerinden biri.

Filmin hikayesi çok mu değişik ya da Hollywood finali çok mu güzel? belki değil. ama izlenmeyecek ya da sıkılacak bir film değil.

Kötü yanı ise televizyonda her hafta gördüğümüz adamları filmde karakterleriyle algılamamaya çalşmak.

Not: Doğrudan atış firması sebepli hiayede de garip geldi ayrıca.


04 Mart 2010

The Invention of Lying


öncelikle, dünyada yalan olmamasının patavatsızlık boyutunda doğruyu söylemeye sebep açması ilginç. yani bir şey söylememek de yalan mı sayılıyor? ama sırf böyle olduğu için bir o kadar komik de film. insanlar ne düşünüyorlarsa pat diye söylüyorlar. (bana benziyorlar lan bildiğin!)

kimsenin yalan söylemediği bir dünya da adamın biri bir gün bir anda yalanı keşfediyor. tabi karşıdakinin mutlak doğru söylediğinden şüphe duymayan insanlar da aptal gibi, yalan söyleyen bu adama inanmaya başlıyor. tabi söylenen yalanlar çığrından çıkıyor. belki de bir şey fark etmiyordur. belki ben de yalan söylüyorumdur. filmin bunla alakası yoktur.

yaratılan dünya ve söylenmeye başlanan yalanlarla dönüştüğü hali çok güzel resmedilmiş. tüketim toplumu, sanat ve din üzerine ağır eleştirileri var. bu nedenle filmin girişi gerçek bir yaratıclık eseri gibi duruyor. ancak afişten de anlayacağınız gibi filme ortadan sonra olan oluyor ve hollywoodvari bir hal alıyor ve bizi şaşırtıyor.

filmin sıkıcı ve vasat anları o döneme denk geliyor. ama girişindeki eğlenceli sahneler gerçekten çok çok güzel.

6/10

  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP